Betonarme başlamadan önce şehir merkezinde olan mahallemizde, tek katlı bahçeli evlerde yaşardık. Herkes bir biriyle akrabaymış gibi komşuluklar yaşanırdı. Sokaktaki her evin ayrı bir hikâyesi, her bahçenin ise ayrı bir anısı olurdu. Bahçesine girmediğimiz ev yoktu ama evine girmediğimiz bahçeler olmuştu. Örneğin karşı komşumuz olan Hayriye teyzenin evine hiç girmemiştim. Evini çok merak ederdim. Çocuk sevmemesi sanırım titizliğindendi. Ona göre çocuklar evi şenlendirmez, kirletirdi.
Her bahçenin bir zamanı vardı. Mesela İrfan amcaların bahçesi dut zamanıydı. Kocaman büyük lezzetli dutları olan o ağacı ciğer bekleyen kedi gibi aylarca beklerdik. Adım attırtmazlar adeta başlarında nöbet beklerlerdi. Tek bir tane bile yiyemezdik, ta ki bütün dutlar erene kadar. Hepsi olgunlaştığında, sokağın bizden büyük olan gençleri çıkıp toplardı. Toplanan dutların bir kısmı çocukların önüne koyulurdu, başına oturup doyana kadar yerdik. Kalan kısmı evlere tabaklarla yollanır herkesin tatması sağlanırdı. Komşuluk vardı, göz hakkı vardı, adalet insanların yüreğindeydi.
Bahçeli evimizin birkaç odası ve mutfağı ön tarafa bakardı. Kalabalık ailemin hepsi arka odalarda, ben ise ön odada yatıyordum. Lakin gece geç saatlere kadar sokağımda oynayan çocuklar beni uyutmuyordu. Onların anneleri başında olduğundan gece yarılarına kadar oynayabiliyorlarken, benim annem çalışıyor erken yatıyordu, kıskanıyordum. Bazen dayanamayıp gece yarısı pijamalarımla ön balkondan çıkıp evden kaçardım. 5-6 yaşlarında bir çocuk gece saat 02.00 lere kadar pijamasıyla sokakta toplu saklambaç oynuyordu. Ne benim aklıma bir korku düşerdi, ne de başkaları kötülükten korkarlardı. Korku nedir bilmediğimiz yıllardı.
Ramazan ayında yemek saatleri zamanı hava kararmak üzereyken sokağın kadınları toplanıp bir yerlere gidiyorlardı. Yanlarında küçük çocuk olmuyordu, normalde başını örtmeyenlerin bile o yürüyüşe çıkarken başları örtülü olurdu. Çok merak ederdim. Bir gün dayanamayıp nereye gittiklerini sordum. Mahallemizin ikinci Hayriye teyzesi olan Çilli Hayriye teyze cevap verdi. Lakabı gibi gerçekten çilliydi. Camiye gidiyorlarmış. “Hadi bir örtü tak sen de gel” dedi. Gözlerim ışıl ışıl oldu, annem evde yoktu ama babam evdeydi. İzin almam zor olmadı işin ucunda cami vardı, namaz vardı.
Teravih namazlarına gitmeye başladım. Hayriye teyze her akşam beni de alıyor, benim için yanında ayrı seccade getiriyordu. Yanından ayırmazdı ve bana namaz kıldırıyor olmanın gururunu taşırdı. “Ben ne yaparsam aynısını yap” diyordu, ben de yapıyordum. Cami de bir sürü çocuk cıvıl cıvıl arkadaşlık eder, en arka sıraya geçip eğlenirlerdi. Ben hiçbirini yapamazdım, uslu çocuk rolündeydim ama içim gidiyordu. Aslında Hayriye teyze biraz rahat bıraksa karışacaktım aralarına ama ona emanet edilmiş bir çocuktum, ben niyet etsem bile taviz vermiyordu. Hiç bir zaman caminin en arka sırasında olan çocuklardan olamadım. O yaşlarda işlenmişti üzerime sorumluklar ve disiplin. Bu yüzden bütün yaramazlıklarımı tek başıma yapardım.
Kendime mutlu olmak için çareler üretmeye küçük yaşlarda başlamıştım. Başına örtü geçirip merakla insanların peşine takılan o çocuk hep merak etti yoldan geçenleri.
Yıllar geçti, hâlâ aynı çocuğum. Pencereden başımı çıkartıp ne oluyor diye etrafıma bakıyor başka dünyaları merak ediyorum. Görüp de öğrenmek istediğim ne varsa, bedeli ne olursa olsun peşinden koşuyorum. Öğreniyorum, büyüyorum, ürüyorum… Hep iz bırakma telaşındayım.
“Mutlu olmak istiyorsanız olun.” diyor Tolstoy.
Kaldırımda dikkatsizce yürüyen insanlardan, söz verdiği saatten geç gelen insanlardan, sohbet ederken telefonuna bakan insanlardan uzak duruyorum. Mutlu olmak istiyorum ve oluyorum. Büyüdükçe mutluluklarımdan ürüyorum.