İstanbul’un yetmişli yıllardaki gözde sayfiye yeri Kumburgaz’dayız. İki küçük çocuk, yazlık sitelerin önünden uzayıp giden yolda, üstlerinde plaj kıyafetleri ile kan ter içinde koşturuyorlar. Ayaklarına aceleyle geçirmiş oldukları tokyolar koşmalarını oldukça zorlaştırıyor. Ancak umurlarında değil, çok önemli bir işleri var. Hedefleri yazlık Şeref Sineması. Öğle sıcağı çökmeye başlamışken, deniz kıyısında çocukluklarını yaşamak yerine neden koşuyorlar? Çünkü akşama yazlık sinemaya gidilecek. Çocuk kalplerini hangi filmin gösterileceğine dair bir merak sarmış. O merak, denizde doyasıya yüzmenin, kumda futbol oynamanın ya da kova küreklerle şato yapma isteğinin çok önünde şimdi. Çocuklardan biri sabah geç uyanmış. Hem koşuyor hem de evden çıkarken annesinin kahvaltı niyetiyle eline tutuşturduğu içi domates ve peynir dolu ekmeğini yemeğe çalışıyor. Diğeri de bir aydır heyecanla beklediği Tommiks’in yeni cildini yol üzerindeki gazeteciden almış ve düşürmemek için sıkı sıkı tutuyor. Şu sinemacı ağabeyler de ne kadar fena! O akşam oynatacakları filmin afişini en erken öğle vaktinde sinemanın önüne koyuyorlar. İnsanlar da ancak bundan sonra oynayacak filmin ismini öğrenebiliyorlar. Çocuklar için hava hoş. Onlar yaz günlerinin keyfini rastgele yaşadıkları için ne yapacaklarına anlık karar verebiliyorlar. Akşam sinemaya mı gidecekler? Bir yerde toplanıp kutu oyunu mu oynayacaklar? Yoksa akşam serinliğinin ve yazlık evlerden yayılan yemek kokularının sindiği kumların üzerinde ağabeylerinin ve ablalarının yaktıkları ateşlerde, evlerinden getirdikleri patatesleri mi közleyecekler? Bunlara önceden bilmeksizin o anda karar verebiliyorlar. Ama büyükler bu rahatlığa sahip değiller. Mesela bir misafir kabul edeceklerse ya da misafirliği onlar yapıp başka bir yere gideceklerse kolay mı? Bunlar tabii ki hep önceden programlanmış aktiviteler. Bu durumda aynı akşam oynayan film ya güzel, kaçırılmayacak bir filmse? Yok…Program değişmez, mecburen film kaçacak. İşte çocukluk çağlarının o paha biçilemez özgürlüğü ve hayatı keyfince yaşamanın görünürde ufak ama gerçekte büyük sırrı burada.
Sonunda çocuklar sinemanın önüne geldiler. Akşam gösterilecek filmin afişi, üzerinde “Bu akşam saat 21:00’de Şeref Sineması’nda” ibaresi ile birlikte tahta panoya asılmış. Bruce Lee’nin “Ejderin Dönüşü” filmi. Başrol oyuncusunun afişteki heybetli duruşu, kendilerine bu filmi kaçırırlarsa çok şey kaybedeceklerini anlatıyor. Karar hemen verildi zaten, akşam bu filme gidilecek. Vakit kaybetmeden kendilerini bekleyen denize bir an önce kavuşmak için geldikleri yoldan yine koşarak geri dönüyorlar. Bu kez arkadaşlarına ve büyüklerine oynayacak filmin adını ilk kendilerinin söyleyecek olmalarının gururunu da taşıyarak koşuyorlar.
Yazlık yerlerde sinemaya gidilecek gün işte böyle tatlı bir telaş ve heyecanla başlar ve gün boyunca o heyecan, çocuk kalplerde katlanarak sürerdi. Zira buralardaki yazlık sinemalarda kışın şehirde oynatılmış olan filmler gün aşırı değiştirilerek gösterilirdi. Dolayısıyla oynayacak filmi daha önceden şehirdeki sinemalarda seyretmiş yazlık sakinleri mutlaka olurdu. Ama bu durum kışın o filmi kaçırmış olanlar ya da çok beğenip ikinci kere izlemek isteyenler için de yeni bir şans yaratırdı.
Akşam yemekleri heyecanla yenir ve sinemaya gidecek olanlar önceden kararlaştırılmış saatte sayfiye sitesinin kapısında en güzel kıyafetleri ile buluşurdu. Çoğu ellerinde film boyunca yemek için kuruyemiş paketleri ve sinemanın tahta iskemlelerinde daha rahat oturmak için minderler ya da yastıkların bulunduğu torbalar taşırlardı. Sinemaların yiyecek ve içecek alınabilecek büfeleri vardı, üstelik oralarda şimdiki gibi dışarıdaki fiyatların iki üç katına olan ürünler de satılmazdı. Ancak sinema bahçesine dışarıdan da atıştırmalıklar getirilmesi mümkündü. Yani söz konusu olan izleyicilerin paşa gönüllerine göre karar verilebilecek bir durumdu. Öte yandan o zamanların İstanbul yaz geceleri şimdiki gibi bunaltıcı sıcak olmazdı. Geceleri çıkan tatlı bir serinlikle ürpermeniz olağandı. Bu nedenle tedbirli davrananların kollarında aynı zamanda ince hırkalar, süveterlerin olması da adettendi.
Herkes toplandıktan sonra bir arada sinemaya yürünürdü. Bilet ücretleri önceden tek kişide toplanır ve o kişi sinema gişesinden biletleri toplu halde alarak giriş kapısındaki görevliye verirdi. Görevli bilet sayısına göre kişileri sayarak içeri alırdı. İçeriye girildiğinde zeminden bir metre kadar yükseltilmiş bir platformun üzerinde bir duvara gerilmiş, kenarları siyah şeritli, beyaz bir perde sizi karşılardı. Perdenin kenarlarında yanlardan gelen ışıkları, bilhassa yoldan geçen araçların farlarının perdeye yansımasını önlemek için korunaklar bulunurdu.
Seyirciler canlarının istedikleri yerlere otururken, sinema hoparlöründen film başlayana kadar dönemin ünlü müzik parçaları yayınlanırdı. Bu parçalar insanın içini kaynatır, kimilerinin de oldukları yerde dans etmelerine sebebiyet verirdi. Ama hoparlörleri sakın şimdiki sinemaların modern ses sistemleri ile karıştırmayın. Bu sinemalarda bulunan sistemler o kadar zayıftı ki örneğin bir komedi filminde seyirciler bir sahnede güldükleri takdirde, perdedeki aktörün konuşmasının bir anda duyulmaz olması gayet olağan bir durumdu. Oturulacak yerler, çoğunlukla tahta iskemleler olurdu. İskemleler aynı hizada olmaları için arka ayaklarından ince kalaslarla birbirlerine bağlanmışlardı. Bu nedenle sıra başında oturan bir seyirci kazayla ayağını iskemlenin altına çarpsa, sıra boyunca ta öbür uca kadar oturanların sandalyeleri de titrerdi.
Filmin başlama saati geldiğinde önce müzik yayını kesilir, hoparlörlerden bu kez belli belirsiz bir gong sesi duyulur ve sinemanın en fazla iki metre yüksekliğindeki duvarlarının üzerindeki solgun floresan ışıkları sönerdi. Film başlamadan önce beyazperdenin üzerinde “Pek Yakında” yazısından sonra o yaz sinemada gösterilecek bazı filmlerin fragmanları da yerini alırdı. Ama kesinlikle ne zaman oynatılacakları ilan edilmez, yazının başında belirttiğim o merak duygusuna asla halel gelmezdi.
Film başladıktan sonra tartışmasız en keyifli anlar seyircilerin sergilediği birlik ve dayanışmanın göstergesi olan ve istemsizce dışa vurulan tepkilerdi. Heyecanlı bir sahnede tüm izleyicilerin aynı anda çığlık atması, perdede kötü adamın belirmesiyle yükselen protestolar ya da mutlu sahnelerde açık havada çınlayan alkış sesleri hep olağan tepkilerdi ve filmden alınan tadı arttırırdı. Ayrıca bunlara filme verilen on dakika aralarda büfeden içilen o zamanın popüler markası “Elvan” gazozlarının da keyfini mutlaka eklememiz gerekir. Bu anların büyüsünü bozan tek şey film oynarken makaranın kopması, boşa dönmesi olurdu. Bir anda perdedeki görüntü perdenin dışına kayar ve yok olurdu. Seyirciler bu durumu hemen ıslıklarla protesto eder ve olanca sesleri ile “Makiniiisssst…!” diye bağırırlardı. Çoğu zaman film oynarken makineyi bırakıp gitmiş olan makinist koşturarak görev yerine çıkar ve kopmuş filmi onarırdı. Ama filmin yarım kaldığı yeri çoğu zaman tam olarak bulamazdı. Bu nedenle filmi biraz daha geriden tekrar başlatırdı. Tabii ki bu çabasının karşılığını da seyircilerden gelen alkış sesleriyle fazlasıyla alırdı.
Keyifle geçen bir yazlık sinema akşamının sonunda seyirciler filmin kendilerinde yarattığı ruh haline uygun olarak evlerinin yolunu tutarlardı. Film komikse halen gülen, acıklıysa gözleri yaş dolu büyükler ya da vurdulu kırdılı bir filmse öğrendikleri figürleri şaka yollu büyüklerin üzerinde uygulamaya çalışan çocuklar sıkça görülürdü. Ama çocuk, genç ya da yaşlı fark etmeksizin, parlak yıldızlarla süslenmiş gök kubbe altındaki o güzel yaz gecesinde herkese hakim olan duygu, saf bir mutluluk olurdu.
Eski yazlık sinemalar, günümüzdeki adetlere uygun şekilde ve “açık hava sineması” adı altında bazı yerlerde yaşatılmaya çalışılıyor. Ancak onlar da şüphesiz zamanın şartlarına uyum sağlamış durumda. Acaba hangisinin rengarenk boyanmış tahta sandalyeleri var? Hangisine mahallenizdeki ya da sitenizdeki komşularınız ile giderek, eğlencenizle kahkahalarınızı veya hüznünüzle gözyaşlarınızı hep birlikte dışa vuruyorsunuz? Uzun sözün kısası, eski havaları ile yazlık sinemalarımız ve o geçmişi yaratan ve yaşatan her şey elimizden alınmış. Zamana karşı olan esirliğimiz burada da devam ediyor. Ama acımasız zaman, o güzel anılarımızı da elimizden çekip alamaz ki! Hayatımız kısa ama ne mutlu ki anılarımız uzun. Öyleyse biz hatırlamaya, unutanlara hatırlatmaya ve bilmeyenlere de anlatmaya devam edebiliriz.