,, ,
İbrahim Tamer
Köşe Yazarı
İbrahim Tamer
 

İstanbul'a göç: Bir kurtuluş hikâyesi mi?

Yerli yabancı herkes İstanbul’un güzelliğini görmeye geliyor. Şayet, bir kaç haftalığına tatil amaçlı geliyorsanız muazzam bir şehir İstanbul. Tarihi yapılarıyla, boğazıyla, ormanlarıyla, adalarıyla, evliyaları sahabelerin mezarlarıyla, Eyüp Sultan’ı, Yuşa tepesi, Çamlıca’sı …   Lakin, yerleşmeye, burada yaşamaya geliyorsanız lütfen gelmeyin.   Birileri sizleri kandırdı “taşı toprağı altın” dedi, yalan kardeşim yalan, aynı köyün gibi burada da zemin. Aklıma bir fıkra geldi; Erzurumlu’nun biri “taşı toprağı altın” sözüne balıklama atlamış, soluğu Harem’de almış. Otobüsten inip sahil boyu Üsküdar’a doğru yürürken birinin düşürdüğü çeyrek altını görür yerde. Ayağını kaldırır veee güzel bir tekme vurur çeyrek altına, cup denize giderken altın ardından seslenir “Daha ilk günden çalışmaya mı başlayacağım”   Gelen Türk vatandaşlarının geliş nedenleri aslında sadece ekonomik değil! Her ne kadar asıl sebep bu olarak gösterilse de farklı gayeleri var incelediğinizde.   Size üzerinde durulmayan bir amaçtan bahsetmek istiyorum bugün. Ben Trabzonlu’yum lakin İstanbul’da doğdum, büyüdüm. Atalarım şu ya da bu sebeple gelmişler buraya yerleşmişler. Özellikle 80 sonrası İstanbul’a Trabzon’dan gelip yerleşenlerin bir kısmının mazereti “Trabzon’da sanayi yok, çalışma alanı yok, mecburen geldik” ya da “çocuklarımızın eğitimi için terk etmek zorunda kaldık memleketimizi” cümleleridir.   Fakaaaat aslında bunlar gerçek amacı perdelemek için ardına sığınılan sahte nedenlerdir. Gerçek ise hüzün ve göz yaşı yumağıdır. Türkiye’nin bir çok bölgesinde, şehrinde olduğu gibi, Trabzon’da da evde çalışan kişiler kadınlardır. Erkeklerin iş yapması ayıp sayılır. Erkek sabah kalkar, karısının kızının hazırlayıp önüne koyduğu kahvaltıyı afiyetle mideye gönderir… Parası yoksa evde traş olur, bayramlık elbiselerini giyer (ayakkabıları o kıymetli öpülesi ayakları içine girmeden evin dişi kuşu tarafından her sabah itina ile boyanır, temizlenir)… sonra doğruuuu ver elini köy ya da kasaba kahvesineeee… Akşam olana kadar kumar oynar, pişti’nin, 51’in, tavlanın püf noktaları ince ayrıntılarına kadar uygulanır kahve masalarında… İmparator penguen en sonunda evine teşrif eder, kan ter içinde meşakkatli uğraşlarla geçen günün ardından sedire uzanır, leğen gelir ve bütün gün aylak aylak dolaşan hanımı kızı yıkamaya başlar o mubarek ayaklarını. Benim de çok hoşuma gider doğrusu, masaj yapılarak ayaklarımın yıkanması. )) Evin aslan kıralı, imparator pengueni ve oğulları uzatırlar ayaklarını televizyona doğru ve kanal kanal dolaşmaya başlarlar…   Trabzon’da köyde kadınlarımız kızlarımız sabah eşini, babasını kahveye yolcu ettikten sonra hava ağarmadan sağdıkları ineklerini otlatmaya götürür… Dik yamaçlara ekmek zorunda kaldıkları ekinlerini, sebzelerini sular, gübreler, yabancı otları yolar, küçük taşları temizler…   Kışın ısınmak için yakacakları odunları toplamak, taşımak da kadınlarımızın asli vazifeleri arasındadır. (Erkek sadece ağacı keser)… Yeri gelmişken, bundan 15-20 sene evvel anneler gününde yazdığım Trabzon’da geçen bir hikayemi kısaca anlatayım. Yazımın başlığı “ANNELER GÜNÜNÜ KUTLAMIYORUM” idi. Bu yazımda Tonya’da geçen gerçek bir hadiseyi mizansen ile hikayeleştirmiştim. Şehirde yaşayan ve senede bir tatile köye gelen gelmeyen oğlu annesini telefonla arar, “anneler gününü kutlarım” der. Annesi ise “gerek yok, çünkü ben kutlamıyorum” diye cevap verir. Senaryo şöyledir: Beli iki büklüm topal kadıncağız daha çocuğuna hamile iken kocasının yayladan sırtına yüklediği ağaç tomruğu köye indirirken ayağı burkulur, yere yuvarlanır. O sırada sırtındaki dev ağır tomruk da karnının üzerine düşmektedir, bunu farkeden kadıncağız, bebeğine bir şey olmasın diye ani bir hareketle belini kıvırır ve tomruk bacağını ezer. Aylarca alçıda kalan bacağı artık eskisi gibi değildir, topal olmuştur kadıncağız. Topal topal yapar o günden sonra eskisi gibi tüm işlerini, bir yandan da oğlunu büyütür. Kocası da istifini bozmaz, rutin kahve, oyun faaliyetlerine aynen devam eder. Derken, kocası ölür. Bir kaç sene sonra da oğlu İstanbul’a göç eder. Yalnız başına yaşamak zorunda kalan kadıncağız hem ihtiyarlamıştır, hem de sağlık sorunları başlamıştır. Oğlu ise annesinin bu durumunu bilir lakin geri dönmez köye, “gel anne yanıma şehre” der. Bir kere gelir kışı oğlunun yanında geçirmek için, lakin apartman dairesinden dışarı adımını atamaz… her yer beton, araba, gürültü, kalabalık… kapanır beton duvarlar arasına… Bir gün ölüm aklına gelir kadıncağızın ve kendi kendine “ben burada öleceğim” galiba der. O akşam oğlu eve geldiğinde “yapamıyorum burada oğlum, beni köye geri gönder” der.. oğlunun ısrarlarına rağmen iki göz evine geri döner. Yazım bu minvaldeydi.. Oğlunun köye geri dönmemesinin sebebi geliniydi, torunlarıydı.   Bu hikayeden yola çıkarak bir tahlil yapmak istiyorum: İstanbul’a gelenlerin bir çoğu karısının yüzünden geliyor!   Kadınlar, biz erkeklerden çok çok daha akıllı, kurnaz, sabırlı, inatçı ve güçlü varlıklar. Erkek kırmızı çizgilerini koyar (menfaatine dokundurtmaz), geri kalan tüm alanı kadın sabırla ilmik ilmik işleyerek doldurur. Bir de bakmışsınız, olmaz, almam, yapmam dediğiniz çoğu şeyi yapmak zorunda kalmışsınız. Sizin kafanız kahvedeki taşların kağıtların papazına, asına, sinek dörtlüsüne çalışırken; kadınlar hedeflerine ulaşmak için A-B-C hatta Z planını bile yaparlar o üstün zekalarıyla. Kadınlar, kız çocuklarınız aynı taleplerini yüzlerce, binlerce kez tekrarlar, ta ki onu size yaptırana kadar.   Köyde, teşbihte hata olmaz adeta insan değilmişçesine çalıştırdığınız kadınlar, kız çocuklarınız bir gün sizi ikna ederler şehre taşınmanız için. Çünkü, akıllı yaratıklardır, köyden kurtulmak, şehirde gerçek manada evininin kadını olmak, ev işinden başka bir şey yapmak istemezler. İstanbul’a yerleştiğiniz gün eşinizin ve kız çocuklarınızın milli kurtuluş günüdür. İşte o vakit siz başlarsınız çalışmaya, kadın da rahata erer.   Bazı yöreleri ve erkekleri bu örnekten ayrı tutuyorum. Çünkü o erkek müsvetteleri şehirlerde bile çalışmayıp kahvelerde günlerini geçiriyor karısını ve çocuklarını çalıştırıp onların parasını yiyiyor.((   İslam’da hanımefendi eşlerimiz ve çocuklarımız ALLAH’ın bize emanetleridir. O her şeyin sahibi Rabb’imizin bize emanet olarak verdiğine biz erkekler hangi yüzle ihanet ediyor, onlara eziyet ediyoruz? Nasıl bir din anlayışımız var? Biz gerçek müminler miyiz yoksa müminim deyip icraatte, Allah’ın emanetine zulüm eden münafıklar mıyız?   Beğendiniz mi bu yazımı, bilmek istiyorum; lütfen yorum kısmına düşüncelerinizi yazınız. Bir ses çınlıyor kulaklarımda: Asuman çoraplarımı yıkadın mı: Tamer ağbiiiiiiiiiii İbrahim Tamer
Ekleme Tarihi: 04 Aralık 2023 - Pazartesi

İstanbul'a göç: Bir kurtuluş hikâyesi mi?

Yerli yabancı herkes İstanbul’un güzelliğini görmeye geliyor.
Şayet, bir kaç haftalığına tatil amaçlı geliyorsanız muazzam bir şehir İstanbul.
Tarihi yapılarıyla, boğazıyla, ormanlarıyla, adalarıyla, evliyaları sahabelerin mezarlarıyla, Eyüp Sultan’ı, Yuşa tepesi, Çamlıca’sı …

 

Lakin, yerleşmeye, burada yaşamaya geliyorsanız lütfen gelmeyin.

 

Birileri sizleri kandırdı “taşı toprağı altın” dedi, yalan kardeşim yalan, aynı köyün gibi burada da zemin.
Aklıma bir fıkra geldi; Erzurumlu’nun biri “taşı toprağı altın” sözüne balıklama atlamış, soluğu Harem’de almış.
Otobüsten inip sahil boyu Üsküdar’a doğru yürürken birinin düşürdüğü çeyrek altını görür yerde. Ayağını kaldırır veee güzel bir tekme vurur çeyrek altına, cup denize giderken altın ardından seslenir “Daha ilk günden çalışmaya mı başlayacağım”

 

Gelen Türk vatandaşlarının geliş nedenleri aslında sadece ekonomik değil! Her ne kadar asıl sebep bu olarak gösterilse de farklı gayeleri var incelediğinizde.

 

Size üzerinde durulmayan bir amaçtan bahsetmek istiyorum bugün.
Ben Trabzonlu’yum lakin İstanbul’da doğdum, büyüdüm. Atalarım şu ya da bu sebeple gelmişler buraya yerleşmişler. Özellikle 80 sonrası İstanbul’a Trabzon’dan gelip yerleşenlerin bir kısmının mazereti “Trabzon’da sanayi yok, çalışma alanı yok, mecburen geldik” ya da “çocuklarımızın eğitimi için terk etmek zorunda kaldık memleketimizi” cümleleridir.

 

Fakaaaat aslında bunlar gerçek amacı perdelemek için ardına sığınılan sahte nedenlerdir.
Gerçek ise hüzün ve göz yaşı yumağıdır.
Türkiye’nin bir çok bölgesinde, şehrinde olduğu gibi, Trabzon’da da evde çalışan kişiler kadınlardır. Erkeklerin iş yapması ayıp sayılır. Erkek sabah kalkar, karısının kızının hazırlayıp önüne koyduğu kahvaltıyı afiyetle mideye gönderir… Parası yoksa evde traş olur, bayramlık elbiselerini giyer (ayakkabıları o kıymetli öpülesi ayakları içine girmeden evin dişi kuşu tarafından her sabah itina ile boyanır, temizlenir)… sonra doğruuuu ver elini köy ya da kasaba kahvesineeee… Akşam olana kadar kumar oynar, pişti’nin, 51’in, tavlanın püf noktaları ince ayrıntılarına kadar uygulanır kahve masalarında…
İmparator penguen en sonunda evine teşrif eder, kan ter içinde meşakkatli uğraşlarla geçen günün ardından sedire uzanır, leğen gelir ve bütün gün aylak aylak dolaşan hanımı kızı yıkamaya başlar o mubarek ayaklarını.
Benim de çok hoşuma gider doğrusu, masaj yapılarak ayaklarımın yıkanması. ))
Evin aslan kıralı, imparator pengueni ve oğulları uzatırlar ayaklarını televizyona doğru ve kanal kanal dolaşmaya başlarlar…

 

Trabzon’da köyde kadınlarımız kızlarımız sabah eşini, babasını kahveye yolcu ettikten sonra hava ağarmadan sağdıkları ineklerini otlatmaya götürür… Dik yamaçlara ekmek zorunda kaldıkları ekinlerini, sebzelerini sular, gübreler, yabancı otları yolar, küçük taşları temizler…

 

Kışın ısınmak için yakacakları odunları toplamak, taşımak da kadınlarımızın asli vazifeleri arasındadır. (Erkek sadece ağacı keser)…
Yeri gelmişken, bundan 15-20 sene evvel anneler gününde yazdığım Trabzon’da geçen bir hikayemi kısaca anlatayım.
Yazımın başlığı “ANNELER GÜNÜNÜ KUTLAMIYORUM” idi.
Bu yazımda Tonya’da geçen gerçek bir hadiseyi mizansen ile hikayeleştirmiştim.

Şehirde yaşayan ve senede bir tatile köye gelen gelmeyen oğlu annesini telefonla arar, “anneler gününü kutlarım” der.
Annesi ise “gerek yok, çünkü ben kutlamıyorum” diye cevap verir.
Senaryo şöyledir:
Beli iki büklüm topal kadıncağız daha çocuğuna hamile iken kocasının yayladan sırtına yüklediği ağaç tomruğu köye indirirken ayağı burkulur, yere yuvarlanır. O sırada sırtındaki dev ağır tomruk da karnının üzerine düşmektedir, bunu farkeden kadıncağız, bebeğine bir şey olmasın diye ani bir hareketle belini kıvırır ve tomruk bacağını ezer. Aylarca alçıda kalan bacağı artık eskisi gibi değildir, topal olmuştur kadıncağız.
Topal topal yapar o günden sonra eskisi gibi tüm işlerini, bir yandan da oğlunu büyütür. Kocası da istifini bozmaz, rutin kahve, oyun faaliyetlerine aynen devam eder.

Derken, kocası ölür. Bir kaç sene sonra da oğlu İstanbul’a göç eder.
Yalnız başına yaşamak zorunda kalan kadıncağız hem ihtiyarlamıştır, hem de sağlık sorunları başlamıştır.
Oğlu ise annesinin bu durumunu bilir lakin geri dönmez köye, “gel anne yanıma şehre” der.
Bir kere gelir kışı oğlunun yanında geçirmek için, lakin apartman dairesinden dışarı adımını atamaz… her yer beton, araba, gürültü, kalabalık… kapanır beton duvarlar arasına…

Bir gün ölüm aklına gelir kadıncağızın ve kendi kendine “ben burada öleceğim” galiba der. O akşam oğlu eve geldiğinde “yapamıyorum burada oğlum, beni köye geri gönder” der.. oğlunun ısrarlarına rağmen iki göz evine geri döner.

Yazım bu minvaldeydi..
Oğlunun köye geri dönmemesinin sebebi geliniydi, torunlarıydı.

 

Bu hikayeden yola çıkarak bir tahlil yapmak istiyorum:
İstanbul’a gelenlerin bir çoğu karısının yüzünden geliyor!

 

Kadınlar, biz erkeklerden çok çok daha akıllı, kurnaz, sabırlı, inatçı ve güçlü varlıklar.
Erkek kırmızı çizgilerini koyar (menfaatine dokundurtmaz), geri kalan tüm alanı kadın sabırla ilmik ilmik işleyerek doldurur. Bir de bakmışsınız, olmaz, almam, yapmam dediğiniz çoğu şeyi yapmak zorunda kalmışsınız.
Sizin kafanız kahvedeki taşların kağıtların papazına, asına, sinek dörtlüsüne çalışırken; kadınlar hedeflerine ulaşmak için A-B-C hatta Z planını bile yaparlar o üstün zekalarıyla. Kadınlar, kız çocuklarınız aynı taleplerini yüzlerce, binlerce kez tekrarlar, ta ki onu size yaptırana kadar.

 

Köyde, teşbihte hata olmaz adeta insan değilmişçesine çalıştırdığınız kadınlar, kız çocuklarınız bir gün sizi ikna ederler şehre taşınmanız için. Çünkü, akıllı yaratıklardır, köyden kurtulmak, şehirde gerçek manada evininin kadını olmak, ev işinden başka bir şey yapmak istemezler. İstanbul’a yerleştiğiniz gün eşinizin ve kız çocuklarınızın milli kurtuluş günüdür.

İşte o vakit siz başlarsınız çalışmaya, kadın da rahata erer.

 

Bazı yöreleri ve erkekleri bu örnekten ayrı tutuyorum. Çünkü o erkek müsvetteleri şehirlerde bile çalışmayıp kahvelerde günlerini geçiriyor karısını ve çocuklarını çalıştırıp onların parasını yiyiyor.((

 

İslam’da hanımefendi eşlerimiz ve çocuklarımız ALLAH’ın bize emanetleridir.

O her şeyin sahibi Rabb’imizin bize emanet olarak verdiğine biz erkekler hangi yüzle ihanet ediyor, onlara eziyet ediyoruz? Nasıl bir din anlayışımız var? Biz gerçek müminler miyiz yoksa müminim deyip icraatte, Allah’ın emanetine zulüm eden münafıklar mıyız?

 

Beğendiniz mi bu yazımı, bilmek istiyorum; lütfen yorum kısmına düşüncelerinizi yazınız.
Bir ses çınlıyor kulaklarımda: Asuman çoraplarımı yıkadın mı: Tamer ağbiiiiiiiiiii

İbrahim Tamer

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve newsfindy.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.