Devlet ile hükümet arasında en önemli fark devletin devamlı olmasıdır. Hükümetler ise geçici olup, belli bir süre görev yaparlar. Bu süre dolduğunda hükümetin görevi sona erer. Ancak devlette bu söz konusu değildir. Hükümet devlet otoritesini işleterek ve ilgili kurumlarla birlikte politikalar belirler ve belirlenen bu politikaları devlet yürütür. Örneğin bilim insanlarıyla sağlık politikası, eğitim politikası, depreme dayanıklı binalar v.s planlanır ve bu kurumların ihtiyaç duydukları politikalar devlet politikası haline dönüştürülür. Bu politikalar iktidarın ideolojisinden tamamıyla farklı geliştirilmez ancak halkın istek ve ihtiyaçları devlet kurumları vasıtasıyla belirlendiğinde iktidarla birlikte belirlenen politika artık devlet politikası haline dönüşmüştür. Çünkü uygulanan politika artık milli çıkarları ve devlet bekası gözetilerek oluşturulmuştur ve halkın geniş desteği söz konusudur. Zaten bu olgu demokratik ulus devletlerde ve demokrasi ile yönetilen monarşilerde geçerli bir uygulamadır. Gerçek şu ki, iktidarlar genellikle kendi seçmenlerine yönelik uygulamalar gerçekleştirdiklerinden “devlet politikası” uygulaması ülke çıkarlarını temsil eden sağlık, güvenlik ve savunma gibi sınırlı alanlarda söz konusu olmaktadır.
Bir ülkenin dış politikası da milli çıkarlar söz konusu olduğundan devlet politikası haline dönüştürülmesi gereken politikalardandır. İktidar, parti ayrımı gözetmeksizin uygulayacağı dış politika konusunda halkın istek ve duyarlılıklarını göz önünde bulundurarak hareket etmek durumundadır. Devlet politikalarının söz konusu olduğu konularda iktidarla muhalefet partileri arasında uzlaşma bulunmuyorsa bu politika üzerinde ya iktidarın ya da muhalefetin milli çıkarları gözetmeyen bir duruşu olduğu düşünülmelidir.
Takvimler 6 Ağustos 2021 tarihini gösterdiğinde Kılıçdaroğlu Habertürk televizyonunda verdiği bir mülakatta iktidara geldiklerinde kendisinin Türkiye’nin dış politikasını 180 derece değiştireceklerini ifade etmişti. Anlaşılan, uygulanan Doğu Akdeniz, Suriye, Kıbrıs ve Libya politikalarına karşı çıkıyordu. Partinin yetkili kurullarına seçtiremediği ama yine de kendine başdanışman atadığı Ünal Çeviköz’ün açıklamaları da Vatansever Türk amiralleri tarafından Doğu Akdeniz’de milli bir devlet politikası haline getirilmiş ve iktidara kabul ettirilmiş olan “Mavi Vatan” doktrininin CHP yönetimi tarafından benimsenmediğini ortaya koyuyordu. Çeviköz, “'Mavi Vatan diye bu 200 mile kadar uzanan alanı da kendi egemenlik alanınız olarak görürseniz, o zaman saldırgan ve yayılmacı bir algı yaratırsınız' diyordu. Bilindiği üzere “Mavi Vatan” tezi iktidar tarafından geliştirilmemiş vatanseverliği tartışma götürmez Türk Deniz Kuvvetleri subayları tarafından ortaya atılmış ve iktidar tarafından da benimsenerek bir devlet politikası haline dönüştürülmüştü. Doğu Akdeniz’de Türkiye’ye ait bir deniz alanı olması gerektiği fikrinin deniz kuvvetleri tarafından ortaya atılması tesadüfi bir çıkış olmadığı ve deniz jeopolitiğinin öncelikle ve ancak deniz kuvvetleri tarafından bilinmesi normal karşılanmalıydı. Bu durumda CHP yetkililerinin öncelikle deniz kuvvetlerinden bir brifing almak yerine dış merkezlerin hoşuna gidecek şekilde muhalefet etmeleri Türk milleti tarafından yadırganacaktı.
27 Eylül 2020 tarihinde yine Çeviköz’ün Türk dış politikası ile ilgili kullandığı sözler halkta büyük bir tepki uyandırmıştı. Türk halkının milli duygularının en üst seviyede Azerbaycan-Ermenistan savaşında Azerbaycan lehinde tezahür ettiği sıralarda Çeviköz “"Maalesef gelen haberlerde, Türkiye'den Azerbaycan'a silah yardımı yapıldığı ve söylentilere göre cihatçı grupların da Azerbaycan'a gönderildiği ifade ediliyor" ifadelerini kullanarak Türk devletini dünya kamuoyu nezdinde suç işleyen bir duruma sokuyordu. Çeviköz’ün bu sözleri ABD’deki Ermeni lobisinin önde gelen isimlerinden Kim Kardashian’ın sözleriyle önemli oranda örtüşüyordu.
Yine 21 Kasım 2020 tarihinde CHP’nin Dış İlişkilerden Sorumlu Başkan Yardımcısı sıfatıyla Amerikan Alman Marshall Fonu (GMF) adlı düşünce kuruluşu nezdinde verdiği konferansta “ABD ve Avrupa arasında güçlü ilişkilerin yeniden tesis edilmesi gerektiğini, bu Transatlantik birliğin oluşması halinde, bunun “Türkiye’yi NATO üyeleri topluluğuna geri getireceğini” belirtti. S-400’lerin aktif hale getirilmemesi seçeneğinin muhtemelen hükümetin gündemine geleceğini, eğer gelmezse de “CHP’nin liderlik edeceği bir sonraki hükümetin gündemine kesinlikle geleceğini” söyleyen Çeviköz, bu olduğu takdirde Türkiye’nin F-35 uçaklarının ortak üretimi ve satışı programına tekrar dâhil edilmesinin beklenmesi gerektiğini söylüyordu. Bu yaklaşım, ABD’nin Türkiye’nin etrafını çevirdiği ve her an saldırma ihtimalinin bulunduğu bir süreçte Türkiye’nin hava savunma sisteminden mahrum kalması ve son tahlilde ABD’nin devletimizin bekasını tehlikeye sokan taleplerine ilelebet boyun eğmesi olarak yorumlanıyordu.
Aynı konferansta Çeviköz Kıbrıs’taki Kapalı Maraş hakkında da “KKTC’deki Kapalı Maraş’ın kısmi şekilde yeniden açılmasını desteklemediklerini, bunun BM Güvenlik Konseyi kararlarına aykırı olduğunu söyleyen Çeviköz, “Kapalı Maraş’ın uluslararası hukuka ve Güvenlik Konseyi’nden geçen düzenleme ve kararlara uygun şekilde açılması gerektiğini düşünüyoruz” dedi. Sanki şimdiye dek Yunanistan gerek Birleşmiş Milletler, gerekse uluslararası kararlara uymuş da Türkiye bundan eksik kalmış gibi konuşuyordu. Belli ki Çeviköz’ün bahsettiği Birleşmiş Milletler ve Avrupa Birliği’nin tüm kuralları çiğneyerek Kıbrıs’ı AB’ne alması ve Türkiye’ye her fırsatta baskı yapmasından pek haberi yoktu.
Bu konferans sürdükçe Çeviköz’ün de gafları da art arda sürüyordu. Çeviköz Kıbrıs’ta iki devletli çözüm konusunda da Türkiye’nin tezlerine ters düşen bir ifade kullanarak; “Kıbrıs’ta iki devletli çözüm seçeneğinin formüllerden biri olduğunu ancak tek çözüm olmadığını belirtirken, adada federatif, konfederatif ya da iki devletli her tür çözüme açık olduklarını ancak bulunacak bir çözümün iki toplumun eşitliğine dayanmasının şart olduğunu’ ifade ediyordu. İfade içerisinde kurnaz bir tavırla önce devletin politikası olan “iki devletli çözüm” sözleri kullanıldıktan sonra AB ve Yunanistan’ın tezlerinin de (yani federasyon sisteminin) partisi tarafından kabul edilebileceği vurgulanıyordu. Bilindiği üzere yaklaşık 50 yıldır Türkiye’ye Kıbrıs’ta yaşayan Türk halkını azınlık statüsüne sokacak bir federasyon öneriliyordu. Ancak artık federasyonun Türk halkının aleyhine olacağını anlayan Türkiye, iki devletli çözümü savunmaya başlamıştı. Bunlar bir partinin politikası olmanın ötesinde, Türk halkının kahir çoğunlukla desteklediği milli politikalardı yani “devlet politikası” hüviyeti kazanmıştı.
Ancak Çeviköz bu devlet politikasıyla da ters düşmüştü. Belki Çeviköz’ün bu söyledikleri iktidarı belli oranda bağlamıyor ama CHP’yi ağır bir şekilde bağlıyordu. CHP dış politika kuruluna başkanlık eden Çeviköz’ün bu açıklamaları seçmenden büyük tepki gördüğü zamanlarda yine bir CHP sözcüsü devreye giriyor ve ya Çeviköz’ün sözlerinin yanlış anlaşıldığını, ya da partinin politikasının böyle olmadığı ifade edilmek suretiyle seçmenin gazı alınmaya çalışılıyordu.
Bahsettiğimiz bu son konferans adeta, CHP’nin tüm bölgesel konulardaki dış politika anlayışının Çeviköz tarafından emperyalist düşünce kuruluşuna beğendirme konuşması mıydı anlaşılması hayli güçtü.
Çeviköz’ün sözcülüğünde CHP’nin Irak ve Suriye ile sorunlarının da Kürtlerle iyi ilişkiler çerçevesinde halledilmesi gerektiği, bunun da ancak insan hakları ve eşitlik temelinde çözülebileceği ifade ediliyordu. Doğrusu, Irak ve Suriye ile ilgili sorunun sözde Kürt sorunu bağlamında çözülebileceği vurgulanıyordu. Açıktan ifade edilmeyen “insan hakları” ifadesi Türk ordusunun terörü kaynağında etkisiz hale getirmesi yani operasyonlar olarak görülüyordu. Fakat bundan da vahim olanı yine sözde Kürt sorununun “eşitlik” temelinde çözülmesi istemiydi. Aslında Kürtlerin oy verme, eğitim, örgütlenme, kendi dillerini öğrenerek konuşabilme, seçme ve seçilme hakları konusunda neredeyse tüm talepleri zaman içerisinde gerçekleştirilmişti. Ancak bu “eşitlik” talebi anayasanın değiştirilemez üçüncü maddesindeki “Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir.” İfadesinin değiştirilerek Kürtlere bir statü verilmesi ve sözde iki eşit etnik grubun Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu olduğu ifade edilmek istenmesiydi ki bu talep cumhuriyeti kuran partiden geliyor ve mevcut cumhuriyetin her an bölünmeye müsait hale gelen bir federasyona dönüşmesi anlamı taşıyordu. Anlaşılan o ki Anayasamızın 10. Maddesindeki “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.” İfadesi yani Atatürk’ün Türk Milletine sağlamış olduğu vatandaşlık bazında eşitlik CHP’ne yetmiyor, bu madde yerine “etnik köken” bazında bir eşitlik isteniyordu.
Türkiye’de hukuk sisteminin siyasi mülahazalar dolayısıyla işlemediği ya da doğru işletilmediği bir gerçek lakin ülkemizde görev yapan 10 büyükelçinin Türk hukuk sistemine müdahale etmesi de maalesef iktidarı yıpratmak için bir fırsat olarak değerlendirilerek ana muhalefet partisini dış güçlerin yanına itmeye yetmişti. Sonunda 10 büyükelçi Türkiye’nin iç işlerine karışmak niyetinde olmadıklarını ifade ederek bir geri çekilme yapıyorlar ve ana muhalefet partisini yalnız bırakıyorlardı. Gerçekte bu konu ana muhalefet partisinin düzeltmek için mücadele vermesi gereken bir konuydu ancak yanına aldığı müttefikler dış merkezlerdi.
CHP’de yapılan anayasa taslaklarının neden bu kadar çok sayıda ve halktan gizli bir şekilde hazırlanmasının da sebebi bir şekilde ortaya çıkıyordu. Sözde Kürt Meselesinin çözüm yerinin TBMM olarak ifade edilmesi de bu bölünme hazırlıklarına iktidarı da ortak ederek milletin hışmından bir nebze olsun uzaklaşılmasıydı. Aslında çeşitli zamanlarda belirttiğimiz gibi iktidar da böyle bir çözümü kabul edegelmişti. Ancak üzerinde anlaşamadıkları başka konular vardı. Biri laiklik, diğeri de cumhurbaşkanının yetkileri meselesi olmak üzere şimdiye dek bir türlü üzerinde uzlaşılamayan maddelerdi. Böyle olunca, her iki taraf da esas istedikleri ve yıllardır üzerinde çalıştıkları anayasa taslaklarını ortaya koyamıyor ve daha geniş bir konsensüs beklentisi içinde bekliyorlardı.
Sonuç olarak yağmurdan kaçarken doluya yakalanma misali tam da artık kurtulacağımızı ümit ettiğimiz iktidarın İslamcı imparatorluk hayal ve maceraları yerine bu kez sözde demokratik talepler adına Büyük kurucumuz Mustafa Kemal Atatürk’ün bize armağan ettiği cumhuriyeti parçalamaya hazırlanan bir zihniyeti göreve getirmekle karşı karşıya bırakılmaktayız. Üçüncü yolun Kemalizm’in kurucu felsefesi olduğuna inanıyor ve bu zihniyetin örgütlenmesi gerektiğini savunuyoruz.
Araştırmacı Yazar
Faik Kurtulan
28 Aralık, 2021