,, ,
Faik Kurtulan
Köşe Yazarı
Faik Kurtulan
 

Özgürlükçü Belediyecilik ve Anarşizm

Bundan önceki bölümlerde Şehir devletleri projesinin AKP’nin kuruluş felsefesini oluşturduğunu ve genel başkanının bu projede eş başkanlık görevini üstlendiğini belirtmiştik. AKP’nin bu projedeki görevinin halen devam ettiğini dikkatlerden kaçırmadan 2010 yılından itibaren meclise giren tüm partilerin de bu projeye ikna edildiklerini ve projede yer kapma savaşına giriştiklerini görmekteyiz. İşte tehlike de sığınacak bir partinin kalmamasından kaynaklanmaktadır. Öncelikle anarşinin ne olduğu konusuna değinmek gerekiyor. Konu ettiğimiz anarşi, sokağa çıkan gençliğin tedhiş ve yağmalama yapması anlamında kullanılmamaktadır. Bir 19’cu yüzyıl felsefesi olarak anarşi; bireylerin ve toplumun genelinin üstten gelen bir otorite tarafından idare edilmemesi, kararlarını özgürce verebilmesi anlamını taşımaktadır. Bu demektir ki; bu çalışmada “özgürlük” ifadesi de “otorite istememek ya da otoriteye karşı olmak” anlamında geçecektir. Şehir Devletleri Projesini anlamak isteyenlere projeye fikir babalığı yapan Murrey Bookchin’in kitaplarını öneririz. Önce Marksist, sonra Troçkist, daha sonra da kendisinin “Komünalizm” ismini verdiği ve anarşizmle komünizmi uzlaştırdığını iddia ettiği yeni bir düşünceyi ortaya atmış. Kuramın doğaya ve insanlığa dair pozitif söylemleri olsa da 19’cu yüz yıla ait tartışmaların yeniden ortaya atıldığını görmek zor değil. Bir de 19’cu yüz yılda kullanılan doğru söylemler içerisinde gizil tutulan çağdaş ancak tuzak ifade ve yaklaşımların yeniden ama bu kez bir başka şekilde kullanılıyor olması söz konusu. Anarşizm bir düşünce sistemi olarak tepeden aşağı bir hiyerarşi ve tepede halka tahakküm eden bir yapı olan devlet kurumu istemiyor. Bookchin söyleminde kapitalizm, devlet denilen tahakkümcü yapı sayesinde ayakta duran bir sömürü sistemi. Bookchin yazdığı “Yirmibirinci Yüzyıl İçin Bir Politika”, “konfederalizmin anlamı” ve “liberter (özgürlükçü) belediyecilik ve “Doğrudan Demokrasiye İlişkin Bir Politika” başlıklı üç denemeyle liberter belediyeciliğin farklı yönlerini ayrıntılarıyla betimliyor. Bunlardan ilki; konfederasyon çatısı altında birleşmiş meclislerin, halkın ekonomi üzerinde denetim kurmasını, onu (ekonomiyi) ayrı bir toplumsal alan olmaktan çıkartıp, kara değil beşeri ihtiyaçlara yöneltmesini nasıl sağlayacağı üzerine, “Konfederalizmin Anlamı” adlı denemesinde; bu temaları daha da geliştiriyor. Konfederal doğrudan demokrasi kavramına yöneltilen spesifik itirazlara değiniyor…” “liberter (özgürlükçü) belediyecilik Doğrudan Demokrasiye İlişkin Bir Politika” başlıklı denemesinde ise; partilere –sosyal demokrat, sosyalist ve yeşiller- uzayan tarihsel gelişim çizgisinin izini sürüyor. Bu hareketlerin başarısız kaldıklarını, aksine dünyanın onları değiştirdiğini vurguluyor.” Birinci denemede Bookchin’e göre; “milliyetçiliği insanlığın toplumsal evriminin o geniş tarihsel bağlamı içerisine oturtuyor: burada hedef milliyetçiliği aşmak ve onun yerine kültürel farklılıkların beşeri birliğin güçlenmesine hizmet ettiği liberter ve kozmopolit  bir tamamlayıcılık etiğini geçirmektir.” Bookchin’in devlet otoritesi dışına çıkartılmış, mahalleden başlayan ve belediye meclisleriyle devam eden konfederal anlayışı çoğulcu bir kozmopolit demokrasiyi öngörüyor. Çevresel olarak ele alındığında bu sistem, hem insanı ihtiyacından fazla tüketmeye, dolayısıyla doğayı kirletmeye ve paylaşım adaletsizliğine yol açmaktadır. Bookchin, ekolojik sorunların hemen hepsinin kökleşmiş toplumsal (tahakkümcülüğe dayalı) çatışmadan kaynaklandığı görüşündedir ve bunu “Toplumsal Ekoloji” olarak adlandırmaktadır. “Yaşadığımız ciddi ekolojik altüst oluşların temelinde ekonomik, etnik, kültürel, toplumsal cinsiyete dayalı ve benzeri çatışmalar yatmaktadır. (…) Son yirmi yıldır yaşanan büyük petrol sızıntıları, tropikal ormanların ve ılıman iklim kuşağındaki muhteşem asırlık ağaçların tahrip edilmesi ve insanların yaşadıkları mekanları sular altında bırakan devasa hidroelektrik santral projeleri bize gezegenimizin ekolojik geleceğinin belirleneceği gerçek savaş alanının açıkça toplumsal –özellikle de şirketlerin gücü ile bir bütün olarak insanlığın uzun vadeli çıkarları arasında olduğunu hatırlatmaktadır” Her şeyin suçlusu ve tüm bu harabiyete sebep olan hükmedici devlet mekanizmasının ortadan kaldırılabilmesi ve doğrudan demokrasiye geçilebilmesi için de işe belediyelerden başlamak gerekmektedir. Belediyeler halk meclislerini kuracak ve çevre sorunlarına önem vereceklerdir. Öncelikle devlet yaptırımlarından özgür bir belediyecilik ve belediye ile birlikte çalışan halk meclislerinin oluşturulması, ulus devletin iştigal alanı olan siyasi konuların daha küçük ölçekte de olsa halk meclislerinde karara bağlanarak bir şehir siyaseti ve anayasası oluşturulması istenmektedir. Bunun adı “doğrudan demokrasi” olarak ifade edilmektedir. Yani demokrasi kelimesinin anlamı devleti ortadan kaldırma, saf dışı bırakma manası taşımaktadır. Bu durum desantralizasyon (adem-i merkeziyetçilik) olarak ifade edilmektedir. Ütopya bu ya, önce mikro milliyetlere bölünmüş dünyanın giderek milletsiz ve kimliksiz hale getirilmiş şehirlerinin halk meclisleriyle bir konfederasyon oluşturulacak ve dünya siyasetinin karşılaştığı sorunlar bu konfederasyon , (en üst meclis) çatısı altında çözüme kavuşturulacaktır. Tabii ki yine tekrar edelim; bu oluşum devletler gereksiz hale getirilerek ortadan kaldırıldığı taktirde yürürlüğe girebilecek olarak düşünülmektedir. Bir dünya konfederasyonu çatısı altında da insanlar milli kimlikleri olmadan yani dünya vatandaşı kimlikleriyle nüfus idarelerinde kodlanacaklardır. Dünya çapında birbirine gevşek bağlarla bağlanmış bir halk meclisleri konfederasyonu, gücün desantralizasyonu, halk üzerinde uygulanan her çeşit baskı gücünün ortadan kaldırılması ve kara dayanmayan insan merkezli üretim (yani kapitalizmin yok edilmesi) dünyayı adaletli bir yaşama kavuşturacak denmektedir. Hemen belirtelim ki 19’cu yüzyılda da dünya toplumunun bir bölümüne oldukça sempatik gelen bu ütopya tıpkı o dönemde olduğu gibi şimdi de sermaye tarafından kullanılmaya başlamıştır. Bu anlayışı savunan Green Peace gibi sözde çevreci örgütler Rothschildler tarafından kurulup örgütlenmiş ve çevre sorunları sahiplenilmiş bir durumdadır. Yine dünyada yapılan iklim konferansları ve bu konferanslardan ulus devletlerin çekilmesi, konuya dünyanın önde gelen şehirlerinin sahiplenmesi de perde arkasında yaşanan ulus-devlet, şehir devletleri çekişmesinin birer örneğini oluşturmaktadır. Bookchin’in kitap ve görüşlerinden bu denli ayrıntılı bahsetmemizin nedeniyse yazarın sağlığında Abdullah Öcalan’la da yazışma yoluyla temas kurması ve 2006 yılında vefat edince Apo ve PKK yandaşlarının topluca bu sistemi uygulamak için yemin etmeleridir. Bugün HDP programı aynı görüşleri ihtiva etmekte ve sanki Bookchin’in kitapları aynen parti programına konulmuştur. Bookchin’in görüşlerinin küresel sermaye tarafından da benimsendiği ve yönlendirildiğini söylemiştik. Çağın düşünürüne adeta geçtiğimiz çağın Marks’ı muamelesi yapılmaktadır. Geçtiğimiz çağın eski tüfek Marksist ve anarşistleri bu aşamada düşüncelerini dünyaya empoze etmek için şiddete dayalı gösteri ve grevler yapmadıkları için kendilerini küresel sermayeye de beğendirmiş ve kabul görmüşlerdir. Dünya kodamanları da Bookchin ideolojisinin içine virüs niteliğinde bazı ifadeler sokmuş ve ideoloji insanlık için şeytani bir tuzağa dönüştürmüştür. Bu ifadelerden en kulağa hoş gelen ve şık olanları “yönetişim”, “kozmopolitan demokrasi”, “eşit yurttaşlık(ya da vatandaşlık)” ve “çoğulculuk” kelimeleridir. Yönetişim ifadesini ele alırsak; 1990’lı yıllarda ortaya atılan ve henüz çok yeni olan bu kavramın oturmuş ve herkesçe kabul edilen bir tanımı yoktur. Ancak genel olarak bu ifadeden çok aktörlü ve etkileşimli ilişkiler ve birlikte yönetme anlayışı ortaya çıkmıştır. Aktörler genelde üç kesimden oluşmaktadır. Bunlar kamu sektörü, özel sektör ve sivil toplum örgütleridir. Ekonomik ve sosyal sorunların çözümünde aktörlerin sınırlarının ve sorumluluklarının belirsizliği söz konusudur. Bu yönetim sisteminde kolektif faaliyetlere katılan aktörler ve kurumlar arasında güç bağımlılığı söz konusudur. Burada “güç bağımlılığı” ifadesi kilit önem taşımaktadır. Altyapı eksiklerini tamamlayamamış şehirlerde özel sektörün önemi ve şehre katacağı finansal güç çok büyük önem taşımaktadır. STK olarak katılım sağlayan kurumlar arasında üniversite gibi kuruluşların temsilcileri özel sektöre ar-ge sağlayan aktör niteliğinde görüleceğinden özel sektörün gücüne ilave güç olarak değerlendirilmelidir. Yönetişim ifadesinin diğer anlamları da incelendiğinde içinde özel sektörün yani kapital ve finansmanın bulunmadığı bir tanım görülmemektedir. Bu şu demektir; bir belediyeyi tayin etmek için halk hangi partiye oy verirse versin o yerel birimin yönetimindeki ağırlık daima özel sektöre ait olacak, başka ifadeyle özel sektör seçimsiz, zahmetsiz iktidarın büyük ortağı olacaktır. Günümüzde artık en ücra yörelerde dahi özel sektör dünya sermaye hareketlerine bağımlıdır ve çoğunlukta da distribütörü olarak faaliyet göstermektedir. Kozmopolitan demokrasi, “eşit yurttaşlık” ve çoğulculuk ifadeleri birbirine yaklaşık eşdeğer anlamlar ifade etmektedir. Neo liberal çevrelerde bunlara ilave olarak kültürel çoğulculuk tarzında benzer başka ifadeler de kullanılmaktadır. Bu şık ve cafcaflı ifadeler de kulağa hoş gelen gösterişli tuzak ifadelerdir. Sosyal hayatın içinde farklı fikir, inanış ve algılara sahip bireylerin ve sosyal grupların bulunduğunu ve bütün bu farklı grupların meşru olduğunu iddia eden anlayışa çoğulculuk anlayışı adı verilir. Bu tanım farklı kültürler için yapıldığında ise karşımıza kozmopolitan demokrasi çıkar. Yani başka bir ifadeyle; kozmopolitan bir toplum demek içinde kendine özgü düşünce, inanç ve politik görüşten grupları barındıran bir toplumdan bahsedilmektedir. Tanım gereği bu toplum içinde demokrasi olması demek de farklı dini ve etnik grupların oransal olarak halk meclisinde temsil edilmeleri anlamında kullanılmaktadır. Kararlar mecliste alınır ve meclis üzerinde bir devlet otoritesi bulunmaz. Neo-liberal anarşistler bunu doğrudan demokrasi olarak da tanımlamaktadırlar. Böyle bir toplumda her dini veya etnik topluluğun kendi hukukuyla kendini idare etmesi ve kozmopolitan mecliste sahip olduğu orana göre kendisini temsil etmesi söz konusudur. Yine belirtelim ki; bir halk meclisini hangi tür cemaatlerin temsilcileriyle kurarsanız kurun o meclisin en önemli ve güçlü aktörü daima sermaye olmaktadır. Ancak sermaye bir halk grubu değildir ve seçimle yönetime getirilmez. Böyle oluşturulan bir halk meclisinin temsilcileri de mecliste yalnızca kendi içine kapanmış olan cemaatinin sorunlarını dile getirecek ve yüksek ihtimalle farklı dünyaların temsilcileri karar almakta çoğu kez zorlanacaklardır. Hatta birbirlerini anlamak için ortak bir dilleri dahi kalmayabilecektir. Bu da grupların giderek birbirine yabancılaşması hatta düşman haline girmesi anlamı taşıyabilecektir. Sonuç olarak bir yerde çoğulculuk ya da kozmopolitan demokrasiden bahsediliyorsa nihai hedef olarak o demokrasi bir devlet otoritesi tarafından idare edilmeyip konfederasyon veya çok kademeli halk meclisleri yürütülüyor anlamı çıkmaktadır. Bu sistem “eşit yurttaşlık” ifadesiyle de parti program ve bildirgelerinde boy göstermektedir. Ülkemiz özelinde bu ifadelerin parti program ve seçim bildirgelerinde kullanılması demek Mustafa Kemal Atatürk’ün ve milletimizin binlerce şehit vererek kurduğu ulus devletin ortadan kaldırılmasını utangaçça halka taahhüt etmek anlamı taşımaktadır. Yoksa birey veya yurttaş eşitliği anayasamızın 10’uncu maddesinde zaten mevcuttur. Eşit yurttaşlık ifadesi artık siyaset dilinde yurttaşların yahut bireyin değil, etnik ve dini toplulukların eşitliği olarak anlaşılmakta ve kullanılmaktadır. Aslında eşit yurttaşlık ve çoğulculuk ifadeleri devleti ortadan kaldıracak bir noktaya vardırılmasa belli bir çizgiye kadar demokrasiye katkıda bulunabilecek uygulamalar olabilir ancak bu uygulamalar devlet otoritesini yıkmaya çalışan güçler tarafından topluma zerk ediliyorsa o zaman bu uygulamaların amacının ve nihai hedefinin de sorgulanması gerekmektedir. Bu uygulamalara çoğunlukçu cumhuriyet anlayışıyla da gri bir alan yaratılabilir. Cumhuriyet otoritesinin ayakta tutulabilmesi açısından gri alan ve ortak kültür yaratma eğilimi, farklı kültürleri birbirine iyice yabancılaştırarak çatışmasını engelleyebilir. HDP Programı Ne Diyor: Bahsi geçen zihniyete mecliste grubu bulunan tüm partilerin yukarıda bahsettiğimiz tuzak ifadeleri program ve bildirgelerine az çok koymuş olsalar da zihniyeti apaçık yansıtan program HDP programıdır. HDP programı incelendiğinde Bookchin’in kitaplarında ortaya koyduğu söylemin aynı şekilde programa yansıtılmış olduğu görünmektedir. Bazı ifadeler şu şekildedir: -              “Partimiz, baskı ve şiddeti bir yönetim tarzı olarak benimseyen devletin bu alandaki yetkilerini sınırlayarak, düşünce, basın, ifade, örgütlenme ve eylem hakkı başta olmak üzere, temel hak ve özgürlüklerin önündeki engellerin ve baskıcı yasaların kaldırılması ve demokratik hakların sağlanması için mücadele eder…” -              “Siyasetin demokratikleştirilmesi ve topluma ait kılınması, halkların kendi kendini yönetmesiyle, güçlü, demokratik ve özerk yerel ve bölgesel yönetimlerle mümkündür…” -              “Partinin özerk yerel yönetim anlayışlarından biri olarak: Yerinde ve yerelde yönetim modelini geliştirerek yerel demokrasiyi güçlendirmek ve özerk meclislere dayalı idari yapının benimsenmesi için mücadele etmek;” gibi ilkeler sıralanmış, -              Yerellik hakkı ile ilgili olarak: “Yerellerdeki dil, kültür, inanç ve ihtiyaç farklılıklarını gözeten çoğulcu yaklaşımlar geliştirmek ve farklı toplumsal grupların birbirleriyle ilişkilenmesini ve müzakeresini desteklemek;” -              Toplumsal bir ihtiyaç olarak: “Türkiye'nin tamamını kapsayacak şekilde, sosyal, siyasal, kültürel, ekolojik, ekonomik ve coğrafi nitelikler göz önüne alınarak, bölgelerin ve bölge meclislerinin oluşturulması bugünün ihtiyacıdır. Bölge meclisleri Türkiye'nin geneli için bir demokratik ve yerinden yönetim mekanizmasıdır. Bölge meclisleri, aynı zamanda günümüz dünyasında, yerinden ve demokratik yönetim ölçeğinin kültürel, ekolojik, ekonomik ve toplumsal yapılara uygun bir düzenleme çalışması ve yerleşim kademelenmesindeki ölçeğin yarattığı bir ihtiyaçtır,” derken bir başka bölümde ise:” Partimiz, tüm kimlik ve kültür sorunlarının köklü çözümünün demokratik, çoğulcu, özgürlükçü ve eşitlikçi bir anayasayla mümkün olacağına inanır. Farklı kimliklerin, dillerin, inançların ve kültürlerin hak eşitliğinin anayasal güvence altına alınması ve bu anlayış üzerinde şekillenen bir anayasal yurttaşlık tanımının yapılması; anadilinde eğitimin ve anadil hakkının kamusal alan da dahil her alanda uygulanması; yerinden ve yerelden yönetime dayalı bir demokratik özerklik işleyişin gerçekleştirilmesi için mücadele eder” Bu ifadeler özetlenirse; pasifleştirilmiş ve yok olmaya yüz tutmuş ve ileride gereksiz hale getirilecek bir devlet tasavvuru, bölgelerin çok kimlikli meclisler tarafından yönetilmesi ve sonunda da genel ve çok katmanlı bir halk meclislerinin oluşturduğu bir konfederasyon talepleri dile getirilmektedir. İşte tam da buna “kozmopolitam Demokrasi” ifadesi de kullanılabilmektedir. Bu demokrasi türü Türkiye diye bir devlet hegemonyasını kabul etmemekte ve her bölgesi aynı tür halk meclisleriyle idare edilecek olan dünyanın konfederal yapısını tanımlamaktadır. Böyle bir konfederal dünya örgütlenmesi içerisinde ulus devlet yoktur. Ancak her kurulan federasyonun yönetiminde bizzat bulunmak kaydıyla sermaye yönetimlere ağırlığını koyacaktır. Sonuçta “kozmopolitan demokrasi” yahut “kozmopolitan devlet” ifadelerinin içerisinde bildiğimiz anlamda bir devlet otoritesi bulunmamaktadır. Türkiye özelinde ise bu talep Türkiye Cumhuriyeti’nin ortadan kaldırılması anlamını taşımaktadır. Belediyecilikte Gelinen Son Nokta: 12 Şubat 2020 tarihinde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanının açılış konuşmasını yaptığı panelde İstanbul için yeni bir planlama başlattıklarını ve bunun için de sivil toplum kuruluşları ve bilim adamlarının oluşturduğu İstanbul Planlama Ajansı’nı kurduklarını belirtmiştir. Panele davet edilen üç profesörden ikisi Amerikalı Profesörler, üçüncüsü ise Prof. Dr. İlhan Tekeli konuşmuşlardır. Konuşmalar dinlendiğinde her üç profesörün görüşlerinin de şehir planlamacılığının ötesine taştığını ve dünya idaresini ele alan siyasal anarşizm yaklaşımının temsilcileri olduğunu ayan beyan göstermiştir. Zaten panelistlerden Richard Sennett ve Saksia Sassen internette araştırıldığında kendilerine, özellikle Richard Sennett’e “Anarşist Profesör” lakabının takıldığı da görülmektedir. Burada ele alacağımız konuşma Prof. Dr. İlhan Tekeli’nin konuşmadır. Prof Tekeli; Dünya çapında bir demokrasi krizinin yaşandığını, bu demokrasi krizinin hem ulus devlet, hem de belediyeler seviyesinde baş gösterdiğini belirtiyor. “Bunun sebebinin dünyanın yönetilemeyişinden kaynaklandığını, yönetilebilen bir dünyada Suriye diye bir sorun olamazdı., Yönetilen bir dünyada Birleşmiş Milletlerin ulus devletlerin oyuncağı olamaz ve yine yönetilen bir dünyada çok uluslu şirketlerin yasal kontrolün dışında kalarak üretimlerini artırdıkları halde paylaşım adaletsizliğini daha da fazla ölçüde artırmaları ve refah dağıtım sistemi adaletsizliği yüzünden dünya devletleri borç tutsağı olmazlardı. Görülüyor ki biz dünya olarak yönetilemiyoruz.” Diye sürdürüyordu. Bunun bir çaresinin bulunduğunu belirten Tekeli “Bir kozmopolitan dünya demokrasisi kurmak zorundayız” diye devam ediyordu. Kozmopolitan demokrasi altında sistemin çok kademeli yönetişim olarak gerçekleştirilmesi gerektiğini işte o zaman ulus devletler hem alta doğru hem de üste doğru elde ettikleri aşırı yetkiyi kaybederek yerine çekilmek durumunda kalacaktır. Sonuçta kozmopolitan demokrasi, çok seviyeli yönetişim sağlayarak güç kullanma yetkisini dünyanın tepesine çıkartırsak barış da kurulur, iklim problemi de çözülür, dağıtım daha adil olur ve sürdürülebilir bir sistem kurulur.” Diye varılması gereken nihai hedefi vurguluyordu. Aslında Tekeli’nin güç kullanma yetkisini dünyanın tepesine çıkartmak istemesi küresel sermayenin kurmak istediği tek dünya devleti hayalinin yansımasıdır. Konuşmasının içerisinde dünyanın yaşadığı krizlerin sorumlusu olarak ulus devleti suçlu gösterirken, çok katmanlı ve kozmopolitan bir demokratik idarenin (yönetişimin) ulus devletlerin yerini alması gerektiğini vurguluyor. Yönetişim ifadesini yukarıda da açıkladığımız üzere sermayenin egemen olduğu halk meclisi olarak radikal bir tanımla ele alırsak tek elde toplanmış güçle dünyanın idare edilmesi demek dünya idaresinin anarşizm, komünizm ve liberalizm görünümünde ve tam da Bookchin’in kitaplarında betimlediği gibi ancak son kertede sermayenin eline bırakmak anlamı çıkmaktadır. Hem liberal kapitalizm, hem komünalizm bir arada nasıl olabilir diye sorarsanız meseleyi komünist hayal ve taleplerin liberal kapitalizmin boyunduruğuna sokulması olarak tarif etmek pek de yanlış olmayacaktır. İstanbul’un önümüzdeki dönem planlaması için kurulan İstanbul Planlama Ajansını da şehri hangi zihniyetin programlayacağı ve İstanbul yönetimi olarak Ankara’daki ulus devletin yerinin ne olması gerektiği açıkça gözler önüne sergilenmektedir. Anlaşılan o ki; CHP/HDP yakınlaşması sırf bir seçim ittifakından daha ileri bir anlam içermektedir. Bir de Kılıçdaroğlu’nun anayasa değişikliği teklifi önerisinde “Türk” ifadesini kaldırarak yerine “Türkiye vatandaşlığı” ifadesini koyma talebi de taşların iyice yerine oturmasını sağlamaktadır. Miras Devletlerin tarihi aynı zamanda gelecek nesillere bıraktıkları mirası da tayin etmektedir. Örneğin 17.ci yüzyılda ABD’ye göç eden Hollandalılar yerleştikleri şehre New Amsterdam demişlerdi. Bu şehir Avrupa Hollanda’sı tarafından Amsterdam’ın taşradaki uzantısı olarak değerlendiriliyordu. 1664 yılında New Amsterdam’ı ele geçiren İngilizler şehre bir İngiltere şehri olan York ismini koydular ve Şehir New York olarak anılmaya başlandı. Bugüne kadar da hep Anglo Saksonların elinde kaldığı için de şehrin adı değiştirilmedi. Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda adı “Konstantiniye” olarak anılan ve ecnebi tüccarların hakimiyetinde bulunan İstanbul da bu ismini 1929’da Atatürk’ten almıştır. Buna tüm Avrupa karşı çıkmışsa da Avrupa ile İstanbul arasında gönderilen postanın üzerinde İstanbul adı yazılmazsa postanın geri gönderileceği açıklanınca isim kabul görmüştür. Gerçekte Osmanlı döneminde şehir saray, aydınlar ve ecnebiler arasında Konstantiniye yahut Konstantinopol olarak anılmış olsa da halk bu şehri İstanbul olarak anmıştır. Bu şunun ifadesidir. Tıpkı İngilizlerin şehre New York adını vererek kendi markalarını oluşturdukları gibi, İstanbul ismi de Türk markası taşımaktadır ve bu şehir 1919 da işgal eden İngilizlerin elinden geri alınmıştır. Şehre Türk markası koymak demek örfü, adeti, toplumsal olguları açısından şehrin Türklere ait olması demektir. Şehir 450 senedir Türk motifli bir tarih yaşamıştır. Yani İstanbul binlerce vatan evladının kanı pahasına Ankara’daki ulus devlete ve Türk milletine bırakılan bir mirastır. Şimdi artık şehrin ulus devletten bağımsız kozmopolit (çok kimlikli ve çok kültürlü) bir yönetime bırakılması millet tarafından ciddi bir direnişle karşılanacak ve mirasa sahip çıkmayan yöneticiler millet tarafından demokratik bir cezalandırmaya uğrayacaklardır, tabii ki küresel sermaye istediği sistemi zor yoluyla kabul ettirmek istemediği taktirde! Çoğulculuk, ülkemizde zaten uygulana gelen bir demokratik sistemdir. Sorun çoğulcu sistemin idari sistemin en tepesine konularak ulus devleti gereksiz ve işlevsiz bir hale getirme talebinden kaynaklanmaktadır. Yönetim olarak Cumhuriyet anlayışının ortak bir kültür yaratma geleneğine ilaveten etnik ve dini cemaatlerin yaşam tarzlarına uygun bir gri alan yaratılması toplumsal barış açısından daha akılcı bir sistem olarak gözükmektedir. Faik Kurtulan Sosyolog Araştırmacı-Yazar
Ekleme Tarihi: 24 Aralık 2022 - Cumartesi

Özgürlükçü Belediyecilik ve Anarşizm

Bundan önceki bölümlerde Şehir devletleri projesinin AKP’nin kuruluş felsefesini oluşturduğunu ve genel başkanının bu projede eş başkanlık görevini üstlendiğini belirtmiştik. AKP’nin bu projedeki görevinin halen devam ettiğini dikkatlerden kaçırmadan 2010 yılından itibaren meclise giren tüm partilerin de bu projeye ikna edildiklerini ve projede yer kapma savaşına giriştiklerini görmekteyiz. İşte tehlike de sığınacak bir partinin kalmamasından kaynaklanmaktadır.

Öncelikle anarşinin ne olduğu konusuna değinmek gerekiyor. Konu ettiğimiz anarşi, sokağa çıkan gençliğin tedhiş ve yağmalama yapması anlamında kullanılmamaktadır. Bir 19’cu yüzyıl felsefesi olarak anarşi; bireylerin ve toplumun genelinin üstten gelen bir otorite tarafından idare edilmemesi, kararlarını özgürce verebilmesi anlamını taşımaktadır. Bu demektir ki; bu çalışmada “özgürlük” ifadesi de “otorite istememek ya da otoriteye karşı olmak” anlamında geçecektir.

Şehir Devletleri Projesini anlamak isteyenlere projeye fikir babalığı yapan Murrey Bookchin’in kitaplarını öneririz. Önce Marksist, sonra Troçkist, daha sonra da kendisinin “Komünalizm” ismini verdiği ve anarşizmle komünizmi uzlaştırdığını iddia ettiği yeni bir düşünceyi ortaya atmış. Kuramın doğaya ve insanlığa dair pozitif söylemleri olsa da 19’cu yüz yıla ait tartışmaların yeniden ortaya atıldığını görmek zor değil. Bir de 19’cu yüz yılda kullanılan doğru söylemler içerisinde gizil tutulan çağdaş ancak tuzak ifade ve yaklaşımların yeniden ama bu kez bir başka şekilde kullanılıyor olması söz konusu.

Anarşizm bir düşünce sistemi olarak tepeden aşağı bir hiyerarşi ve tepede halka tahakküm eden bir yapı olan devlet kurumu istemiyor. Bookchin söyleminde kapitalizm, devlet denilen tahakkümcü yapı sayesinde ayakta duran bir sömürü sistemi. Bookchin yazdığı “Yirmibirinci Yüzyıl İçin Bir Politika”, “konfederalizmin anlamı” ve “liberter (özgürlükçü) belediyecilik ve “Doğrudan Demokrasiye İlişkin Bir Politika” başlıklı üç denemeyle liberter belediyeciliğin farklı yönlerini ayrıntılarıyla betimliyor.

Bunlardan ilki; konfederasyon çatısı altında birleşmiş meclislerin, halkın ekonomi üzerinde denetim kurmasını, onu (ekonomiyi) ayrı bir toplumsal alan olmaktan çıkartıp, kara değil beşeri ihtiyaçlara yöneltmesini nasıl sağlayacağı üzerine,

“Konfederalizmin Anlamı” adlı denemesinde; bu temaları daha da geliştiriyor. Konfederal doğrudan demokrasi kavramına yöneltilen spesifik itirazlara değiniyor…”

“liberter (özgürlükçü) belediyecilik Doğrudan Demokrasiye İlişkin Bir Politika” başlıklı denemesinde ise; partilere –sosyal demokrat, sosyalist ve yeşiller- uzayan tarihsel gelişim çizgisinin izini sürüyor. Bu hareketlerin başarısız kaldıklarını, aksine dünyanın onları değiştirdiğini vurguluyor.”

Birinci denemede Bookchin’e göre; “milliyetçiliği insanlığın toplumsal evriminin o geniş tarihsel bağlamı içerisine oturtuyor: burada hedef milliyetçiliği aşmak ve onun yerine kültürel farklılıkların beşeri birliğin güçlenmesine hizmet ettiği liberter ve kozmopolit  bir tamamlayıcılık etiğini geçirmektir.”

Bookchin’in devlet otoritesi dışına çıkartılmış, mahalleden başlayan ve belediye meclisleriyle devam eden konfederal anlayışı çoğulcu bir kozmopolit demokrasiyi öngörüyor.

Çevresel olarak ele alındığında bu sistem, hem insanı ihtiyacından fazla tüketmeye, dolayısıyla doğayı kirletmeye ve paylaşım adaletsizliğine yol açmaktadır. Bookchin, ekolojik sorunların hemen hepsinin kökleşmiş toplumsal (tahakkümcülüğe dayalı) çatışmadan kaynaklandığı görüşündedir ve bunu “Toplumsal Ekoloji” olarak adlandırmaktadır. “Yaşadığımız ciddi ekolojik altüst oluşların temelinde ekonomik, etnik, kültürel, toplumsal cinsiyete dayalı ve benzeri çatışmalar yatmaktadır. (…) Son yirmi yıldır yaşanan büyük petrol sızıntıları, tropikal ormanların ve ılıman iklim kuşağındaki muhteşem asırlık ağaçların tahrip edilmesi ve insanların yaşadıkları mekanları sular altında bırakan devasa hidroelektrik santral projeleri bize gezegenimizin ekolojik geleceğinin belirleneceği gerçek savaş alanının açıkça toplumsal –özellikle de şirketlerin gücü ile bir bütün olarak insanlığın uzun vadeli çıkarları arasında olduğunu hatırlatmaktadır”

Her şeyin suçlusu ve tüm bu harabiyete sebep olan hükmedici devlet mekanizmasının ortadan kaldırılabilmesi ve doğrudan demokrasiye geçilebilmesi için de işe belediyelerden başlamak gerekmektedir. Belediyeler halk meclislerini kuracak ve çevre sorunlarına önem vereceklerdir.

Öncelikle devlet yaptırımlarından özgür bir belediyecilik ve belediye ile birlikte çalışan halk meclislerinin oluşturulması, ulus devletin iştigal alanı olan siyasi konuların daha küçük ölçekte de olsa halk meclislerinde karara bağlanarak bir şehir siyaseti ve anayasası oluşturulması istenmektedir. Bunun adı “doğrudan demokrasi” olarak ifade edilmektedir. Yani demokrasi kelimesinin anlamı devleti ortadan kaldırma, saf dışı bırakma manası taşımaktadır. Bu durum desantralizasyon (adem-i merkeziyetçilik) olarak ifade edilmektedir.

Ütopya bu ya, önce mikro milliyetlere bölünmüş dünyanın giderek milletsiz ve kimliksiz hale getirilmiş şehirlerinin halk meclisleriyle bir konfederasyon oluşturulacak ve dünya siyasetinin karşılaştığı sorunlar bu konfederasyon , (en üst meclis) çatısı altında çözüme kavuşturulacaktır. Tabii ki yine tekrar edelim; bu oluşum devletler gereksiz hale getirilerek ortadan kaldırıldığı taktirde yürürlüğe girebilecek olarak düşünülmektedir. Bir dünya konfederasyonu çatısı altında da insanlar milli kimlikleri olmadan yani dünya vatandaşı kimlikleriyle nüfus idarelerinde kodlanacaklardır.

Dünya çapında birbirine gevşek bağlarla bağlanmış bir halk meclisleri konfederasyonu, gücün desantralizasyonu, halk üzerinde uygulanan her çeşit baskı gücünün ortadan kaldırılması ve kara dayanmayan insan merkezli üretim (yani kapitalizmin yok edilmesi) dünyayı adaletli bir yaşama kavuşturacak denmektedir.

Hemen belirtelim ki 19’cu yüzyılda da dünya toplumunun bir bölümüne oldukça sempatik gelen bu ütopya tıpkı o dönemde olduğu gibi şimdi de sermaye tarafından kullanılmaya başlamıştır. Bu anlayışı savunan Green Peace gibi sözde çevreci örgütler Rothschildler tarafından kurulup örgütlenmiş ve çevre sorunları sahiplenilmiş bir durumdadır. Yine dünyada yapılan iklim konferansları ve bu konferanslardan ulus devletlerin çekilmesi, konuya dünyanın önde gelen şehirlerinin sahiplenmesi de perde arkasında yaşanan ulus-devlet, şehir devletleri çekişmesinin birer örneğini oluşturmaktadır.

Bookchin’in kitap ve görüşlerinden bu denli ayrıntılı bahsetmemizin nedeniyse yazarın sağlığında Abdullah Öcalan’la da yazışma yoluyla temas kurması ve 2006 yılında vefat edince Apo ve PKK yandaşlarının topluca bu sistemi uygulamak için yemin etmeleridir. Bugün HDP programı aynı görüşleri ihtiva etmekte ve sanki Bookchin’in kitapları aynen parti programına konulmuştur.

Bookchin’in görüşlerinin küresel sermaye tarafından da benimsendiği ve yönlendirildiğini söylemiştik. Çağın düşünürüne adeta geçtiğimiz çağın Marks’ı muamelesi yapılmaktadır. Geçtiğimiz çağın eski tüfek Marksist ve anarşistleri bu aşamada düşüncelerini dünyaya empoze etmek için şiddete dayalı gösteri ve grevler yapmadıkları için kendilerini küresel sermayeye de beğendirmiş ve kabul görmüşlerdir. Dünya kodamanları da Bookchin ideolojisinin içine virüs niteliğinde bazı ifadeler sokmuş ve ideoloji insanlık için şeytani bir tuzağa dönüştürmüştür. Bu ifadelerden en kulağa hoş gelen ve şık olanları “yönetişim”, “kozmopolitan demokrasi”, “eşit yurttaşlık(ya da vatandaşlık)” ve “çoğulculuk” kelimeleridir.

Yönetişim ifadesini ele alırsak; 1990’lı yıllarda ortaya atılan ve henüz çok yeni olan bu kavramın oturmuş ve herkesçe kabul edilen bir tanımı yoktur. Ancak genel olarak bu ifadeden çok aktörlü ve etkileşimli ilişkiler ve birlikte yönetme anlayışı ortaya çıkmıştır. Aktörler genelde üç kesimden oluşmaktadır. Bunlar kamu sektörü, özel sektör ve sivil toplum örgütleridir. Ekonomik ve sosyal sorunların çözümünde aktörlerin sınırlarının ve sorumluluklarının belirsizliği söz konusudur. Bu yönetim sisteminde kolektif faaliyetlere katılan aktörler ve kurumlar arasında güç bağımlılığı söz konusudur. Burada “güç bağımlılığı” ifadesi kilit önem taşımaktadır. Altyapı eksiklerini tamamlayamamış şehirlerde özel sektörün önemi ve şehre katacağı finansal güç çok büyük önem taşımaktadır. STK olarak katılım sağlayan kurumlar arasında üniversite gibi kuruluşların temsilcileri özel sektöre ar-ge sağlayan aktör niteliğinde görüleceğinden özel sektörün gücüne ilave güç olarak değerlendirilmelidir. Yönetişim ifadesinin diğer anlamları da incelendiğinde içinde özel sektörün yani kapital ve finansmanın bulunmadığı bir tanım görülmemektedir. Bu şu demektir; bir belediyeyi tayin etmek için halk hangi partiye oy verirse versin o yerel birimin yönetimindeki ağırlık daima özel sektöre ait olacak, başka ifadeyle özel sektör seçimsiz, zahmetsiz iktidarın büyük ortağı olacaktır. Günümüzde artık en ücra yörelerde dahi özel sektör dünya sermaye hareketlerine bağımlıdır ve çoğunlukta da distribütörü olarak faaliyet göstermektedir.

Kozmopolitan demokrasi, “eşit yurttaşlık” ve çoğulculuk ifadeleri birbirine yaklaşık eşdeğer anlamlar ifade etmektedir. Neo liberal çevrelerde bunlara ilave olarak kültürel çoğulculuk tarzında benzer başka ifadeler de kullanılmaktadır. Bu şık ve cafcaflı ifadeler de kulağa hoş gelen gösterişli tuzak ifadelerdir. Sosyal hayatın içinde farklı fikir, inanış ve algılara sahip bireylerin ve sosyal grupların bulunduğunu ve bütün bu farklı grupların meşru olduğunu iddia eden anlayışa çoğulculuk anlayışı adı verilir. Bu tanım farklı kültürler için yapıldığında ise karşımıza kozmopolitan demokrasi çıkar. Yani başka bir ifadeyle; kozmopolitan bir toplum demek içinde kendine özgü düşünce, inanç ve politik görüşten grupları barındıran bir toplumdan bahsedilmektedir. Tanım gereği bu toplum içinde demokrasi olması demek de farklı dini ve etnik grupların oransal olarak halk meclisinde temsil edilmeleri anlamında kullanılmaktadır. Kararlar mecliste alınır ve meclis üzerinde bir devlet otoritesi bulunmaz. Neo-liberal anarşistler bunu doğrudan demokrasi olarak da tanımlamaktadırlar. Böyle bir toplumda her dini veya etnik topluluğun kendi hukukuyla kendini idare etmesi ve kozmopolitan mecliste sahip olduğu orana göre kendisini temsil etmesi söz konusudur.

Yine belirtelim ki; bir halk meclisini hangi tür cemaatlerin temsilcileriyle kurarsanız kurun o meclisin en önemli ve güçlü aktörü daima sermaye olmaktadır. Ancak sermaye bir halk grubu değildir ve seçimle yönetime getirilmez. Böyle oluşturulan bir halk meclisinin temsilcileri de mecliste yalnızca kendi içine kapanmış olan cemaatinin sorunlarını dile getirecek ve yüksek ihtimalle farklı dünyaların temsilcileri karar almakta çoğu kez zorlanacaklardır. Hatta birbirlerini anlamak için ortak bir dilleri dahi kalmayabilecektir. Bu da grupların giderek birbirine yabancılaşması hatta düşman haline girmesi anlamı taşıyabilecektir.

Sonuç olarak bir yerde çoğulculuk ya da kozmopolitan demokrasiden bahsediliyorsa nihai hedef olarak o demokrasi bir devlet otoritesi tarafından idare edilmeyip konfederasyon veya çok kademeli halk meclisleri yürütülüyor anlamı çıkmaktadır. Bu sistem “eşit yurttaşlık” ifadesiyle de parti program ve bildirgelerinde boy göstermektedir. Ülkemiz özelinde bu ifadelerin parti program ve seçim bildirgelerinde kullanılması demek Mustafa Kemal Atatürk’ün ve milletimizin binlerce şehit vererek kurduğu ulus devletin ortadan kaldırılmasını utangaçça halka taahhüt etmek anlamı taşımaktadır. Yoksa birey veya yurttaş eşitliği anayasamızın 10’uncu maddesinde zaten mevcuttur.

Eşit yurttaşlık ifadesi artık siyaset dilinde yurttaşların yahut bireyin değil, etnik ve dini toplulukların eşitliği olarak anlaşılmakta ve kullanılmaktadır. Aslında eşit yurttaşlık ve çoğulculuk ifadeleri devleti ortadan kaldıracak bir noktaya vardırılmasa belli bir çizgiye kadar demokrasiye katkıda bulunabilecek uygulamalar olabilir ancak bu uygulamalar devlet otoritesini yıkmaya çalışan güçler tarafından topluma zerk ediliyorsa o zaman bu uygulamaların amacının ve nihai hedefinin de sorgulanması gerekmektedir. Bu uygulamalara çoğunlukçu cumhuriyet anlayışıyla da gri bir alan yaratılabilir. Cumhuriyet otoritesinin ayakta tutulabilmesi açısından gri alan ve ortak kültür yaratma eğilimi, farklı kültürleri birbirine iyice yabancılaştırarak çatışmasını engelleyebilir.

HDP Programı Ne Diyor:

Bahsi geçen zihniyete mecliste grubu bulunan tüm partilerin yukarıda bahsettiğimiz tuzak ifadeleri program ve bildirgelerine az çok koymuş olsalar da zihniyeti apaçık yansıtan program HDP programıdır.

HDP programı incelendiğinde Bookchin’in kitaplarında ortaya koyduğu söylemin aynı şekilde programa yansıtılmış olduğu görünmektedir. Bazı ifadeler şu şekildedir:

-              “Partimiz, baskı ve şiddeti bir yönetim tarzı olarak benimseyen devletin bu alandaki yetkilerini sınırlayarak, düşünce, basın, ifade, örgütlenme ve eylem hakkı başta olmak üzere, temel hak ve özgürlüklerin önündeki engellerin ve baskıcı yasaların kaldırılması ve demokratik hakların sağlanması için mücadele eder…”

-              “Siyasetin demokratikleştirilmesi ve topluma ait kılınması, halkların kendi kendini yönetmesiyle, güçlü, demokratik ve özerk yerel ve bölgesel yönetimlerle mümkündür…”

-              “Partinin özerk yerel yönetim anlayışlarından biri olarak: Yerinde ve yerelde yönetim modelini geliştirerek yerel demokrasiyi güçlendirmek ve özerk meclislere dayalı idari yapının benimsenmesi için mücadele etmek;” gibi ilkeler sıralanmış,

-              Yerellik hakkı ile ilgili olarak: “Yerellerdeki dil, kültür, inanç ve ihtiyaç farklılıklarını gözeten çoğulcu yaklaşımlar geliştirmek ve farklı toplumsal grupların birbirleriyle ilişkilenmesini ve müzakeresini desteklemek;”

-              Toplumsal bir ihtiyaç olarak: “Türkiye'nin tamamını kapsayacak şekilde, sosyal, siyasal, kültürel, ekolojik, ekonomik ve coğrafi nitelikler göz önüne alınarak, bölgelerin ve bölge meclislerinin oluşturulması bugünün ihtiyacıdır. Bölge meclisleri Türkiye'nin geneli için bir demokratik ve yerinden yönetim mekanizmasıdır. Bölge meclisleri, aynı zamanda günümüz dünyasında, yerinden ve demokratik yönetim ölçeğinin kültürel, ekolojik, ekonomik ve toplumsal yapılara uygun bir düzenleme çalışması ve yerleşim kademelenmesindeki ölçeğin yarattığı bir ihtiyaçtır,” derken bir başka bölümde ise:” Partimiz, tüm kimlik ve kültür sorunlarının köklü çözümünün demokratik, çoğulcu, özgürlükçü ve eşitlikçi bir anayasayla mümkün olacağına inanır. Farklı kimliklerin, dillerin, inançların ve kültürlerin hak eşitliğinin anayasal güvence altına alınması ve bu anlayış üzerinde şekillenen bir anayasal yurttaşlık tanımının yapılması; anadilinde eğitimin ve anadil hakkının kamusal alan da dahil her alanda uygulanması; yerinden ve yerelden yönetime dayalı bir demokratik özerklik işleyişin gerçekleştirilmesi için mücadele eder”

Bu ifadeler özetlenirse; pasifleştirilmiş ve yok olmaya yüz tutmuş ve ileride gereksiz hale getirilecek bir devlet tasavvuru, bölgelerin çok kimlikli meclisler tarafından yönetilmesi ve sonunda da genel ve çok katmanlı bir halk meclislerinin oluşturduğu bir konfederasyon talepleri dile getirilmektedir. İşte tam da buna “kozmopolitam Demokrasi” ifadesi de kullanılabilmektedir. Bu demokrasi türü Türkiye diye bir devlet hegemonyasını kabul etmemekte ve her bölgesi aynı tür halk meclisleriyle idare edilecek olan dünyanın konfederal yapısını tanımlamaktadır. Böyle bir konfederal dünya örgütlenmesi içerisinde ulus devlet yoktur. Ancak her kurulan federasyonun yönetiminde bizzat bulunmak kaydıyla sermaye yönetimlere ağırlığını koyacaktır. Sonuçta “kozmopolitan demokrasi” yahut “kozmopolitan devlet” ifadelerinin içerisinde bildiğimiz anlamda bir devlet otoritesi bulunmamaktadır. Türkiye özelinde ise bu talep Türkiye Cumhuriyeti’nin ortadan kaldırılması anlamını taşımaktadır.

Belediyecilikte Gelinen Son Nokta:

12 Şubat 2020 tarihinde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanının açılış konuşmasını yaptığı panelde İstanbul için yeni bir planlama başlattıklarını ve bunun için de sivil toplum kuruluşları ve bilim adamlarının oluşturduğu İstanbul Planlama Ajansı’nı kurduklarını belirtmiştir. Panele davet edilen üç profesörden ikisi Amerikalı Profesörler, üçüncüsü ise Prof. Dr. İlhan Tekeli konuşmuşlardır. Konuşmalar dinlendiğinde her üç profesörün görüşlerinin de şehir planlamacılığının ötesine taştığını ve dünya idaresini ele alan siyasal anarşizm yaklaşımının temsilcileri olduğunu ayan beyan göstermiştir. Zaten panelistlerden Richard Sennett ve Saksia Sassen internette araştırıldığında kendilerine, özellikle Richard Sennett’e “Anarşist Profesör” lakabının takıldığı da görülmektedir.

Burada ele alacağımız konuşma Prof. Dr. İlhan Tekeli’nin konuşmadır. Prof Tekeli; Dünya çapında bir demokrasi krizinin yaşandığını, bu demokrasi krizinin hem ulus devlet, hem de belediyeler seviyesinde baş gösterdiğini belirtiyor. “Bunun sebebinin dünyanın yönetilemeyişinden kaynaklandığını, yönetilebilen bir dünyada Suriye diye bir sorun olamazdı., Yönetilen bir dünyada Birleşmiş Milletlerin ulus devletlerin oyuncağı olamaz ve yine yönetilen bir dünyada çok uluslu şirketlerin yasal kontrolün dışında kalarak üretimlerini artırdıkları halde paylaşım adaletsizliğini daha da fazla ölçüde artırmaları ve refah dağıtım sistemi adaletsizliği yüzünden dünya devletleri borç tutsağı olmazlardı. Görülüyor ki biz dünya olarak yönetilemiyoruz.” Diye sürdürüyordu. Bunun bir çaresinin bulunduğunu belirten Tekeli “Bir kozmopolitan dünya demokrasisi kurmak zorundayız” diye devam ediyordu. Kozmopolitan demokrasi altında sistemin çok kademeli yönetişim olarak gerçekleştirilmesi gerektiğini işte o zaman ulus devletler hem alta doğru hem de üste doğru elde ettikleri aşırı yetkiyi kaybederek yerine çekilmek durumunda kalacaktır. Sonuçta kozmopolitan demokrasi, çok seviyeli yönetişim sağlayarak güç kullanma yetkisini dünyanın tepesine çıkartırsak barış da kurulur, iklim problemi de çözülür, dağıtım daha adil olur ve sürdürülebilir bir sistem kurulur.” Diye varılması gereken nihai hedefi vurguluyordu.

Aslında Tekeli’nin güç kullanma yetkisini dünyanın tepesine çıkartmak istemesi küresel sermayenin kurmak istediği tek dünya devleti hayalinin yansımasıdır. Konuşmasının içerisinde dünyanın yaşadığı krizlerin sorumlusu olarak ulus devleti suçlu gösterirken, çok katmanlı ve kozmopolitan bir demokratik idarenin (yönetişimin) ulus devletlerin yerini alması gerektiğini vurguluyor. Yönetişim ifadesini yukarıda da açıkladığımız üzere sermayenin egemen olduğu halk meclisi olarak radikal bir tanımla ele alırsak tek elde toplanmış güçle dünyanın idare edilmesi demek dünya idaresinin anarşizm, komünizm ve liberalizm görünümünde ve tam da Bookchin’in kitaplarında betimlediği gibi ancak son kertede sermayenin eline bırakmak anlamı çıkmaktadır. Hem liberal kapitalizm, hem komünalizm bir arada nasıl olabilir diye sorarsanız meseleyi komünist hayal ve taleplerin liberal kapitalizmin boyunduruğuna sokulması olarak tarif etmek pek de yanlış olmayacaktır.

İstanbul’un önümüzdeki dönem planlaması için kurulan İstanbul Planlama Ajansını da şehri hangi zihniyetin programlayacağı ve İstanbul yönetimi olarak Ankara’daki ulus devletin yerinin ne olması gerektiği açıkça gözler önüne sergilenmektedir. Anlaşılan o ki; CHP/HDP yakınlaşması sırf bir seçim ittifakından daha ileri bir anlam içermektedir. Bir de Kılıçdaroğlu’nun anayasa değişikliği teklifi önerisinde “Türk” ifadesini kaldırarak yerine “Türkiye vatandaşlığı” ifadesini koyma talebi de taşların iyice yerine oturmasını sağlamaktadır.

Miras

Devletlerin tarihi aynı zamanda gelecek nesillere bıraktıkları mirası da tayin etmektedir. Örneğin 17.ci yüzyılda ABD’ye göç eden Hollandalılar yerleştikleri şehre New Amsterdam demişlerdi. Bu şehir Avrupa Hollanda’sı tarafından Amsterdam’ın taşradaki uzantısı olarak değerlendiriliyordu. 1664 yılında New Amsterdam’ı ele geçiren İngilizler şehre bir İngiltere şehri olan York ismini koydular ve Şehir New York olarak anılmaya başlandı. Bugüne kadar da hep Anglo Saksonların elinde kaldığı için de şehrin adı değiştirilmedi.

Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda adı “Konstantiniye” olarak anılan ve ecnebi tüccarların hakimiyetinde bulunan İstanbul da bu ismini 1929’da Atatürk’ten almıştır. Buna tüm Avrupa karşı çıkmışsa da Avrupa ile İstanbul arasında gönderilen postanın üzerinde İstanbul adı yazılmazsa postanın geri gönderileceği açıklanınca isim kabul görmüştür. Gerçekte Osmanlı döneminde şehir saray, aydınlar ve ecnebiler arasında Konstantiniye yahut Konstantinopol olarak anılmış olsa da halk bu şehri İstanbul olarak anmıştır. Bu şunun ifadesidir. Tıpkı İngilizlerin şehre New York adını vererek kendi markalarını oluşturdukları gibi, İstanbul ismi de Türk markası taşımaktadır ve bu şehir 1919 da işgal eden İngilizlerin elinden geri alınmıştır. Şehre Türk markası koymak demek örfü, adeti, toplumsal olguları açısından şehrin Türklere ait olması demektir. Şehir 450 senedir Türk motifli bir tarih yaşamıştır. Yani İstanbul binlerce vatan evladının kanı pahasına Ankara’daki ulus devlete ve Türk milletine bırakılan bir mirastır. Şimdi artık şehrin ulus devletten bağımsız kozmopolit (çok kimlikli ve çok kültürlü) bir yönetime bırakılması millet tarafından ciddi bir direnişle karşılanacak ve mirasa sahip çıkmayan yöneticiler millet tarafından demokratik bir cezalandırmaya uğrayacaklardır, tabii ki küresel sermaye istediği sistemi zor yoluyla kabul ettirmek istemediği taktirde!

Çoğulculuk, ülkemizde zaten uygulana gelen bir demokratik sistemdir. Sorun çoğulcu sistemin idari sistemin en tepesine konularak ulus devleti gereksiz ve işlevsiz bir hale getirme talebinden kaynaklanmaktadır. Yönetim olarak Cumhuriyet anlayışının ortak bir kültür yaratma geleneğine ilaveten etnik ve dini cemaatlerin yaşam tarzlarına uygun bir gri alan yaratılması toplumsal barış açısından daha akılcı bir sistem olarak gözükmektedir.

Faik Kurtulan

Sosyolog Araştırmacı-Yazar

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve newsfindy.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.