İzmir ’ e daha önce çeşitli sebeplerle birçok kez gelmiştim. Bana gezdirilen yerler merkez ilçelerin kordon ya da tepelerdeki yerleriydi. Teleferik, asansör, seyir tepe, özgürlük anıtı… Hepsi de manzara eşliğinde yemek ve içmekle ilgiliydi.
Bu gelişim bambaşka oldu. Sanki ilk defa gelmişim gibi hissettim. Çünkü bu defa beni gezdiren kişinin onu buraya bağlayan bir hikâyesi vardı. Buralıydı, Bornova’lıydı. Atalarının çocukluğunun geçtiği sokakları adımlıyor, gülüşlerini bıraktığı sokakları dolaşıyorduk. Her sokakta geçmişinden sindirdiği anıları vardı. Bana o köşe başlarındaki anılarını değil, adım adım o sokakların hikâyesini anlattı.
Bilinen en eski adıyla “Birun-u Abad” olan ilçede yerleşim Helenistik çağda başlamış. İsmin anlamı merkeze olan uzaklığından dolayı –burun- olarak benzetilmesiyle ilgili rivayetler mevcut olmakla birlikte tam olarak bilinmemekteymiş. İlk önce Yeşilova Höyüğünü ziyaret ettik. 2005 ve 2006 yılında yapılan kazı çalışmaları sonrasında ziyarete açılan bu alana günümüzden 8500 yıl önce yerleşme başlamış. Bu çalışma buranın Anadolu topraklarındaki bilinen eski yerleşim yerlerinden biri olduğunun kanıtı. O taşların üzerine binlerce insanın nefesi ve elleri değmişti.
Sonra Levanten köşklerden bahsetti. Limanda ticaret ile uğraşan ailelerin yaptıkları ve yaşadıkları tarihi evler. Hâlâ özenle korunuyorlar. Sapasağlam olan bu köşklerin kapılarını, çatılarını ve zamana meydan okuyan asil duruşlarını hayranlıkla izledim. Merkezdeki bir köşkün önünden geçerken “Burası Aslanlı Köşktür.” dedi. Güya sahipleri etraftaki insanları korkutmak için evde aslan beslediklerinden bahsederlermiş. Buna da herkes inanırmış. Bu yüzden adı böyle kalmış. Rivayet oymuş ki; bütün bu Levanten köşklerin altında, merkezdeki Santa Maria Kilisesine çıkan gizli tüneller varmış. Tehlike anında hepsi kilisede buluşsun diye tasarlanmış. Doğruluğu veya aksi hiçbir zaman kanıtlanamamış.
Santa Maria Kilisesi ilçenin merkez meydanında. 1797 yılında inşa edilen ve İzmir’in en eski kiliselerinden biri olan bu kilise Meryem Ana’ya ithafen yapılmış. Bahçesinde Levanten mezarları, duvarları boyunca uzanıp giden eski aile adlarıyla mezar taşları var. Levanten ailelerin burada bıraktığı izler çok yoğun hissediliyor.
Askeri gazinonun önündeki kavşakta çok alakasız bir şekilde duran futbolcu heykeli gördük. “Türkiye’de futbolun ilk oynandığı yerin Bornova olduğunu duymuş muydun?” diye sordu. Şaşkınlıkla “Hayır.” dedim. “Sadece futbol değil. Golf, bisiklet yarışları… Türkiye’nin ilk Atatürk büstü de Bornova’dadır.” Duyduklarımı şaşkınlıkla dinliyordum. Bu kadar önemli bir ilçe olduğunu neden bilmiyorduk?
Bir yandan cıvıl cıvıl hareketliliğin içine gizlenmiş bir tarihti sanki Bornova. Caddeler gençlerle dolu, şehirden ayrı bir şehir, adı gibi ayrı bir burundu sanki. Yolda yürürken gürültü çalındı kulağımıza, kalabalığa doğru yanaştık. Bulunduğumuz yerin adı Büyük Parkmış. Tiyatro festivali zamanıymış, 30. Yıl kutlamalarına denk gelmişiz, o kadar eski bir şehir tiyatroları varmış. Rengârenk kostümlü oyuncu olan onlarca insan geçit yapıyordu. Sokaklar sanat kokuyordu.
Sonra köylere çıktık. Köy deyince aklımıza uzak yerler gelir ya hani, şehirdeki merkezi ilçenin köyü mü olurmuş? Olurmuş. İlçeye yarım saatten az mesafesi olan İzmir’e tepeden baktığımız köyler. Günümüzde adı mahalle olarak geçse de hâlâ köy kalabilmeyi az da olsa başarabilmiş yerler. Kahvaltı mekânlarına dönüşse de, betonarme olmuş olsalar da güzeller.
Eskiden bu köyleri işgal zamanlarında Yunan eşkıyalar basarmış. Arkadaşımın ataları baskınlar olduğunda ormanlara kaçarmış. İkiz kardeş olan büyük teyzelerinin, bu kaçmalar esnasında birinin yolda kaldığını ve daha sonra başka köyden bulduklarını anlattı. Bir keresinde büyük dedesi abdest almak için kaçamayıp son anda yakalandığında, Yunan eşkıyalar kulağını kesmişler. İzmir’in kurtuluşunda, düşmanın Bornova üzerinden denize dökülüşüne anneannesi çocukluğunda şahit olmuş. Onun ağzından o zamanki hallerini, yolların kan revan içinde oluşunu, düşmanın hayvanı kıyafeti nesi varsa kaçıp gidişini dinlemiş.
En son Ege Üniversitesi karşısındaki Paggy Köşküne doğru geldik. Galiba özellikle orayı en sona bıraktı ya da ben öyle umdum. Bütün o Levanten köşklerin içinde, hikâyesi detaylı olarak bilinmeyen tek köşk. Yanından dar bir sokak var, adı Âşıklar Sokağı. Oranın adının neden Âşıklar Sokağı olduğu da bilinmiyor.
Bildiğim ve emin olduğum tek bir şey vardı; bu şehre ve bu ilçeye onunla âşık olmuştum. Büyülenmiştim. O sokakta yürüyenlerin başına neler geldi bilmem ama ben onun sıcacık elini ilk defa o sokakta tuttum. Hiç bitmeyecekmiş gibi adım alıyorduk, fotoğraf çekmeye doyamıyordum. Bazı görüntüler vardır, içindeyken değil izlerken güzeldir. İçine konduramayız kendimizi, eğreti durur silüetimiz. Şimdi bu sokakta yanımda o varken hiçbir görüntüde eğreti durmuyor gibiyim.
Bornova ağaçlarına nereden geldiği tam bilinmeyip sonradan yerleşerek buralı olan papağanları gibi, artık ben de buralıyım sanki.