Karanlık gecenin en parlak yıldızı kadar uzaktın ve diğer bütün yıldızlar toplansa bir sen etmiyordu. Hiç kimseye benzemiyordun, değişiktin. Ferahlatıcı bir rüzgâr gibi girdin hayatıma, tam da olması gerektiği yerde olması gerektiği zamanda. Yoktan var ettin kendini. Tamamlıyordun, yoluma ışık tutuyordun, üzerimi örter gibiydin.
Ne benimdin ne değil. Ne seviyordun ne sevmiyor. Bir çay dumanında demlenir gibi dinleniyorduk birbirimizde. Telaşsızdı birbirimize attığımız adımlarımız. Ne takip ediyor, ne de yetişmeye çalışıyorduk. Keskin bir bıçağın iki tarafı gibiydik, aslında iki tarafımızda kesiyordu. Bir tarafı sen oluyordun, bir tarafı ben. Kınımız ise büründüğümüz şeyler. Kuşanıyor ve saklıyorduk her şeyi. Bazen birbirimizi kesiyorduk, dışarıdan aldığımız darbeleri birbirimize yansıtıyorduk. Büyüyorduk ve büyütüyorduk.
Sınırlarımız vardı bir labirentte yaşar gibiydik. Dokunmadan birbirine karışıyordu gülüşlerimiz. Ezbere biliyorduk labirentin tüm yolarını. Birbirimizin hangi köşelerden çıkacağını bilmemize rağmen o köşelere yaklaşmıyorduk. Ne yakalamak istiyorduk ne yakalanmak. Sadece aynı yollarda yürümekti derdimiz.
Labirentin içinde kelebek olmayı bekleyen tırtıllardık sanki. Vaktimiz geldiğinde kozamızı seçtiğimiz bir yere örecektik. Farkında olmadan girdiğimiz o labirentin içinde, ikimiz de birbirimize beklenmiyorken gelendik.
Rengârenkti içerisi. Pusulam güneş değil, sendin. Seninle aynı labirentin içinde olduğumu bilmek bana güven veriyordu, birbirimizi görmeden birbirimize güveniyorduk. Seslensem koşacaktın biliyordum, seslensen koşacaktım biliyordun. Sessizliğinden içinden yükseliyordu birbirimize isimlerimiz. Sen Sehâb’dın ben Matiyye.
Bir yolu yeşildi labirentimizin. Huzurdu. Seninle sırt sırta verip dinlenmek gibiydi. Konuşmadan birbirimizi anladığımız, nefeslerimiz birbirimize değmeden nefeslerimize alıştığımız. Orada hissediyordum olmayan tenini. Orada hissediyordum üzerimdeki gözlerini.
Sarıydı ince geniş yol. Hüzündü, hazindi. Yapmak isteyip de yapamadıklarımız, yaşamak isteyip de yaşayamadığımız hayatlarımızdı. Ruhlarımıza dövme olup geçmeyen yaralarımızı iyileştiriyorduk hislerimizle.
Maviydi dar ve kısa olan. Kendimizi birbirimizde en özgür hissettiğimiz yerdi. Ben en çok orada sana ait hissederdim kendimi. Mavi gökyüzü demekti, gökyüzü ise sen. Hem mavi kolay kolay kırılmayan bir renkti.
En küçük ve dar olan kırmızıydı. İçinde aşk geçmeyen sesler sığdırıyorduk duvarlarına. Hecelerimiz titriyordu birbirimize olan heyecanımızdan. Kelimelerimiz utanıyordu çıplaklığından. (A)yrıcalıklı (Ş)ekilsiz (K)avuşmalara dönüşüyordu cümlelerimiz. Okunurken adımız olmasa da biz kokuyordu.
Bir var bir yok oluyordun. Aklımı çeliyordu sözlerin. Dilimin ucuna gelenler köşe başında seni bekler gibi bekliyordu, geri kaçıyordu sonra. Bazen en doğru adım geriye atılan adımdı, geri kaçmaktı.
Sonra gökkuşağı oldu labirentimiz. Sen kendine bir renk seçip kozanı oraya ördün. Söylemediğin tüm sözlerini de sardın o kozaya, benim duymak için can atıp hiç duyamadığım sözlerini. Sen istemeden erişemezdim sana orada, sertti keskindi duvarın. Ulaşmamı istemiyorsan, ulaştırtmazdın. Gelişinden haberim olmadığı gibi, gidişinden de beni habersiz bıraktın.
Ben ise uçmayı hayal edemeyen bir tırtıldım, genimde kelebek olmak yoktu. Sen kelebek olup o çok sevdiğin gökyüzüne uçarken, bana sadece senin uçuşunu seyretmek kalıyordu. Uçmanın tadına vardıktan sonra bir daha dönmeyeceğini biliyordum. Seni engellemek bencillik olurdu ama uçmayı öğrendikten sonra geri gelseydin çok değerli olurdu.
Bir sabah uyanıp artık seni özlemediğimi fark edene kadar seni özledim. Sonra Nazım’ın dediği gibi şarkı söylemek istediğimi fark ettim. Seni düşünmek artık bana yetmiyordu