Her zaman demişimdir, bizler normal insanlar değiliz diye!
Bir yerlere baktığımız zaman kimselerin göremediklerini görürüz mesela, kimselerin duyamadıklarını duyar ve kimselerin söylemeye cesaret edemeyeceği şeyleri söyleriz. Bütün bu saydığımız şeyleri yaparken de aklımız başımızda olduğu için değil, çokbilmişliğimizden değil, konunun uzmanı olmuşluğumuzdan söylemiyoruz.
Ağzımız olduğu için de değil aslında…
Bizler, kralın çıplak olduğunu aleni olarak haykıran saflık ile bunları söyleyip, ifade ediyoruz. Saf olduğumuz kadar yüreğimiz de pektir aslında. Yani bu dünya üzerinde hiç kimseden korkacak bir durumun olmadığı idrakiyle.
Gazze’de tonlarca bombanın altında; inadına hayat, inadına yaşamak diyerek “Allah” ın ismini haykıran, bilhassa çocukların o acıdan öğrendiklerini, bizler rahatlığımızın verdiği şımarıklık yüzünden öğrendiğimizi bile itiraf edebilecek saflığımız mevcuttur bizim.
Kimseden korkmaya hiç gerek yok.
Üç günlük dünyanın dünü gitti, geri getirmek mümkünü olmayan bir durum; kimsenin gücü yetmiyor, yarının ne olacağına karar vermek ise yine kimsenin haddi değil. Kâinatın tek bir efendisi var ve o ne ister ise o zaten oluyor, o zaman bugünü sıkıntılı yaşamak niye? Diyerekten yola çıktığımızda Deli Dumrul misali dobra dobra konuşmanın kime ne zararı var ki?
Dedik ya bizler normal insanlar değiliz…
Mesela, uzun bir müddet birisi bir koltukta oturduğu zaman; o koltuk ile özdeşleşerek, artık vakti geldiğinde dahi kalkmak istemeyişinin sebebi olarak bunu görürüz. Hizmet aşkını, memleket ve insanına olan sevdasını görürüz… Yoksa altında pislik dolu olduğu ve o yüzden kalkmak istemediği, kalkar ise pisliğinin ortalığa yayılacağı ve kokusunun taaa nerelerden duyulacağı kimsenin aklına gelmez.
Normal insan olmadığımız, böylesine absürt düşüncelere sahip olduğumuzdan aleni olarak bellidir…
Mesela hep aklıma takılmıştır;
Acaba diyorum bu şehir; ciddi anlamda bu kadar zengin olmasına rağmen, bu kadar tarih ve kültür yoğunluğu olmasına rağmen, bu kadar en uç noktalarda siyasetçi ve sanatçı yetiştirmesine rağmen, bu kadar hatırı sayılır isimlerle anılmasına rağmen, gerek şehir sınırları içerisinde ve gerek ise şehir sınırları dışında ciddi manada kaliteli insanların yoğunluğuna sahip bir profil çizmesine rağmen, yediğimiz önümüzde-yemediğimiz ardımızda olmasına rağmen, Palandöken gibi dağımız, kar gibi zenginliğimiz, Pasinler ve Erzurum gibi ovalarımız olmasına ve bu oranda da su kaynaklarımızın olmasına rağmen, dünyada hiçbir şehire nasip olmamış bir coğrafyamız olmasına rağmen, oksijenimiz, envai çeşitte kekik ve değişik türden rayiha kokan çiçeğimiz olmasına rağmen, kuşlarımız, böceklerimiz ve hatta madenlerimiz olmasına rağmen, maddi zenginliklerimizin yanı sıra maneviyat ehlinden birçok koruyucumuz, duacımız ve biz nankörler için semada birleşen ruhaniyet ve maneviyat ehlimiz olmasına rağmen, Mevla’ya emanet edilmemize rağmen;
Kavaktan başka bir ağaç tanımamamızın, kargadan başka kuş göremeyişimizin, kartoldan başka bir şey bilemeyişimizin sebebi ne ola ki?
Dedim ya aklımda hep deli sorular ve bizim normal bir insan olmayışımız…
Misal bu ya; zamanın bir vaktinde Erzurum’dan bir ağamız Ankara’ya meclise gider ve toplar bütün vekilleri bir araya…
Ve der ki;
Efendiler, buraya niçin geldiğimi merak edersiniz bilirim… O yüzden hiç lafı uzatmadan hemen konuya gireyim sakın ola benim şehrime hiçbir şey yapmayasınız, der. Vekiller birbirlerinin yüzüne şaşkınlıkla bakarken ağa devam eder. Sakın ola benim şehrime okul yapmayasınız, yol yapmayasınız, fabrika neyin sakın kurmayasınız.
Sakın ha…
Der ve susar.
Cebinden kehribar bir ağızlık ile gümüş tabakasını çıkararak, kokusu odaya yayılan hoş bir tütün çıkarıp sarar ve gümüş çakmağıyla ateşleyerek dumanını savurarak içmeye başlar.
Vekillerden en genç olanı daha fazla beklemez ve “neden ağam?” insanlar hep buraya hizmet almak için, bir şeyler istemek için gelirken, sen neden bir şey istemediğini söylüyorsun ki?
Ağa sigarasından derince bir nefes aldıktan sonra genç vekile bakıp, işte beklediğim soru geldi, diyerek; başlar anlatmaya…
Siz okul yaptığını zaman, iş imkânı sağladığınız zaman, yol yaptığını zaman benim şehrime medeniyet gelecek, kalkınma gelecek ve benim halkım zenginleşip benim ağalığımı ayaklar altında görecek. Benim ve benden sonra gelecek olanlarımın hiçbir hükmü kalmayacak. Kapımın önü boşalacak… İş için, aş için ve hatta sadaka için el uzatanlarım olmayacak. Ben kıstıkça halkım yalvaracak, el uzatacak ve ben asırlardır sürdürdüğüm “ağalık” unvanımla gönlüm hoş yaşayıp gideceğim. Sıkıntıya düştüğümde veya benden başka ağalar ortaya çıkmak istediğinde etrafımda olan yancılarım ve yağcılarım fısıltı gazetesi aracılığıyla benden başka çare olmadığını, yoksa bu halkın kahr-ı perişan olacağını üfleyip dolanacaklar ve ben hep o koltukta oturup, onları sömürüp kalacağım ve bu düzen de böyle devam edip gidecek, demiş.
Dedim ya, aklımda deli divane sorular ve çevremde denk gelen ağa bozuntularının fısıltılı sesleri çınlıyor kulaklarımda.
“Benden başkası yalan” diye…
Oysaki bilmezler ki “ölümden başkası” dır yalan…
Benden önce ölürseniz, tabutunuzun başında hem de bu şehrin duyacağı çok şeyler söylerim. Ben sizden önce ölürsem şayet, gittiğim yerde beklerim “ağa”larım. Seve seve geleceğiniz yer belli ama bir farkla, ben eli boş giderim. Siz heybeler ve hatta zincirler dolusu kul hakkıyla gelirsiniz yanıma, işte o zaman üzerinden kalkamadığınız o koltuğun hesabının ilahi adalet mekanizması tarafından nasıl görüldüğünü izlerim İnşallah…
Normal insan değiliz derken, aklımız başımızda değil demedik zahir…
Hamdolsun kul hakkıyla, kel hakkını biliriz Elhamdülillah…
Gazeteci/ Yazar
Hakan Dikmen
Anasayfa
Yazarlar
Hakan Dikmen
Yazı Detayı
Bu yazı 1295+ kez okundu.
Koltuğundan kalkmak istemeyenin zor anları!
Her zaman demişimdir, bizler normal insanlar değiliz diye!
Bir yerlere baktığımız zaman kimselerin göremediklerini görürüz mesela, kimselerin duyamadıklarını duyar ve kimselerin söylemeye cesaret edemeyeceği şeyleri söyleriz. Bütün bu saydığımız şeyleri yaparken de aklımız başımızda olduğu için değil, çokbilmişliğimizden değil, konunun uzmanı olmuşluğumuzdan söylemiyoruz.
Ağzımız olduğu için de değil aslında…
Bizler, kralın çıplak olduğunu aleni olarak haykıran saflık ile bunları söyleyip, ifade ediyoruz. Saf olduğumuz kadar yüreğimiz de pektir aslında. Yani bu dünya üzerinde hiç kimseden korkacak bir durumun olmadığı idrakiyle.
Gazze’de tonlarca bombanın altında; inadına hayat, inadına yaşamak diyerek “Allah” ın ismini haykıran, bilhassa çocukların o acıdan öğrendiklerini, bizler rahatlığımızın verdiği şımarıklık yüzünden öğrendiğimizi bile itiraf edebilecek saflığımız mevcuttur bizim.
Kimseden korkmaya hiç gerek yok.
Üç günlük dünyanın dünü gitti, geri getirmek mümkünü olmayan bir durum; kimsenin gücü yetmiyor, yarının ne olacağına karar vermek ise yine kimsenin haddi değil. Kâinatın tek bir efendisi var ve o ne ister ise o zaten oluyor, o zaman bugünü sıkıntılı yaşamak niye? Diyerekten yola çıktığımızda Deli Dumrul misali dobra dobra konuşmanın kime ne zararı var ki?
Dedik ya bizler normal insanlar değiliz…
Mesela, uzun bir müddet birisi bir koltukta oturduğu zaman; o koltuk ile özdeşleşerek, artık vakti geldiğinde dahi kalkmak istemeyişinin sebebi olarak bunu görürüz. Hizmet aşkını, memleket ve insanına olan sevdasını görürüz… Yoksa altında pislik dolu olduğu ve o yüzden kalkmak istemediği, kalkar ise pisliğinin ortalığa yayılacağı ve kokusunun taaa nerelerden duyulacağı kimsenin aklına gelmez.
Normal insan olmadığımız, böylesine absürt düşüncelere sahip olduğumuzdan aleni olarak bellidir…
Mesela hep aklıma takılmıştır;
Acaba diyorum bu şehir; ciddi anlamda bu kadar zengin olmasına rağmen, bu kadar tarih ve kültür yoğunluğu olmasına rağmen, bu kadar en uç noktalarda siyasetçi ve sanatçı yetiştirmesine rağmen, bu kadar hatırı sayılır isimlerle anılmasına rağmen, gerek şehir sınırları içerisinde ve gerek ise şehir sınırları dışında ciddi manada kaliteli insanların yoğunluğuna sahip bir profil çizmesine rağmen, yediğimiz önümüzde-yemediğimiz ardımızda olmasına rağmen, Palandöken gibi dağımız, kar gibi zenginliğimiz, Pasinler ve Erzurum gibi ovalarımız olmasına ve bu oranda da su kaynaklarımızın olmasına rağmen, dünyada hiçbir şehire nasip olmamış bir coğrafyamız olmasına rağmen, oksijenimiz, envai çeşitte kekik ve değişik türden rayiha kokan çiçeğimiz olmasına rağmen, kuşlarımız, böceklerimiz ve hatta madenlerimiz olmasına rağmen, maddi zenginliklerimizin yanı sıra maneviyat ehlinden birçok koruyucumuz, duacımız ve biz nankörler için semada birleşen ruhaniyet ve maneviyat ehlimiz olmasına rağmen, Mevla’ya emanet edilmemize rağmen;
Kavaktan başka bir ağaç tanımamamızın, kargadan başka kuş göremeyişimizin, kartoldan başka bir şey bilemeyişimizin sebebi ne ola ki?
Dedim ya aklımda hep deli sorular ve bizim normal bir insan olmayışımız…
Misal bu ya; zamanın bir vaktinde Erzurum’dan bir ağamız Ankara’ya meclise gider ve toplar bütün vekilleri bir araya…
Ve der ki;
Efendiler, buraya niçin geldiğimi merak edersiniz bilirim… O yüzden hiç lafı uzatmadan hemen konuya gireyim sakın ola benim şehrime hiçbir şey yapmayasınız, der. Vekiller birbirlerinin yüzüne şaşkınlıkla bakarken ağa devam eder. Sakın ola benim şehrime okul yapmayasınız, yol yapmayasınız, fabrika neyin sakın kurmayasınız.
Sakın ha…
Der ve susar.
Cebinden kehribar bir ağızlık ile gümüş tabakasını çıkararak, kokusu odaya yayılan hoş bir tütün çıkarıp sarar ve gümüş çakmağıyla ateşleyerek dumanını savurarak içmeye başlar.
Vekillerden en genç olanı daha fazla beklemez ve “neden ağam?” insanlar hep buraya hizmet almak için, bir şeyler istemek için gelirken, sen neden bir şey istemediğini söylüyorsun ki?
Ağa sigarasından derince bir nefes aldıktan sonra genç vekile bakıp, işte beklediğim soru geldi, diyerek; başlar anlatmaya…
Siz okul yaptığını zaman, iş imkânı sağladığınız zaman, yol yaptığını zaman benim şehrime medeniyet gelecek, kalkınma gelecek ve benim halkım zenginleşip benim ağalığımı ayaklar altında görecek. Benim ve benden sonra gelecek olanlarımın hiçbir hükmü kalmayacak. Kapımın önü boşalacak… İş için, aş için ve hatta sadaka için el uzatanlarım olmayacak. Ben kıstıkça halkım yalvaracak, el uzatacak ve ben asırlardır sürdürdüğüm “ağalık” unvanımla gönlüm hoş yaşayıp gideceğim. Sıkıntıya düştüğümde veya benden başka ağalar ortaya çıkmak istediğinde etrafımda olan yancılarım ve yağcılarım fısıltı gazetesi aracılığıyla benden başka çare olmadığını, yoksa bu halkın kahr-ı perişan olacağını üfleyip dolanacaklar ve ben hep o koltukta oturup, onları sömürüp kalacağım ve bu düzen de böyle devam edip gidecek, demiş.
Dedim ya, aklımda deli divane sorular ve çevremde denk gelen ağa bozuntularının fısıltılı sesleri çınlıyor kulaklarımda.
“Benden başkası yalan” diye…
Oysaki bilmezler ki “ölümden başkası” dır yalan…
Benden önce ölürseniz, tabutunuzun başında hem de bu şehrin duyacağı çok şeyler söylerim. Ben sizden önce ölürsem şayet, gittiğim yerde beklerim “ağa”larım. Seve seve geleceğiniz yer belli ama bir farkla, ben eli boş giderim. Siz heybeler ve hatta zincirler dolusu kul hakkıyla gelirsiniz yanıma, işte o zaman üzerinden kalkamadığınız o koltuğun hesabının ilahi adalet mekanizması tarafından nasıl görüldüğünü izlerim İnşallah…
Normal insan değiliz derken, aklımız başımızda değil demedik zahir…
Hamdolsun kul hakkıyla, kel hakkını biliriz Elhamdülillah…
Gazeteci/ Yazar
Hakan Dikmen
Ekleme
Tarihi: 16 Nisan 2024 - Salı
Koltuğundan kalkmak istemeyenin zor anları!
Yazıya ifade bırak !
Bu yazıya hiç ifade kullanılmamış ilk ifadeyi siz kullanın.
Okuyucu Yorumları
(0)
Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.