Osman, romanını tamamlamak için Bursa’dan uzaklaşmış ve iki odalı, şömineli bir köy evi kiralamıştı. Evin genişçe bir bahçesi vardı. Ama burası öyle çorak ve bakımsızdı ki girişteki bir top çalıdan başka üzerinde bitki büyümemişti. Çok cüzi bir bedel ödeyerek, bir aylığına tutmuştu bu evi. Diğer evlerden biraz uzakta, köyün sırtını verdiği Uludağ’a giden yolun üzerindeydi.
Kasım ayının ortasında, yaklaşan kışı haber verir gibi soğuk bir geceydi. Osman camdan dışarı baktığında, akşam semada zevkle seyrettiği yıldızların hiçbirini göremedi. Yatmadan önce biraz temiz hava almak istedi. Üzerine gocuğunu alıp dışarı çıktı. Başını yukarı kaldırdı ve çocukluğundan beri seyretmekten zevk aldığı yıldızları aradı gözleri. Şimdi sanki hepsi söndürülmüş, gökyüzünü yağmur taşıyan bulutlar istila etmişti. Ellerini beline koydu ve yukarı bakarak, yağmur damlalarının yüzüne çarptığını düşündü. Aynı zamanda ıslak toprağın yaydığı o cezbedici rayihayı duyumsadı burun deliklerinde.
Birden bahçe kapısının hemen önünden bir gölgenin hızla geçtiğini fark etti. Merakla oraya doğru yürüdü ve yolun kenarına, elektrik direğinin zayıf ışığının altına park ettiği arabasına dikkat etti. Bu ıssız yerde arabayı hedef alan birileri olabilir miydi? “Yok, olamaz” dedi kendi kendine, köyde topu topu 20 hane vardı ve güvenilir kimselerdi. Dışarıdan birilerinin de buraya sırf hırsızlık için gelmeleri pek akıl karı değildi. Hava gittikçe serinliyordu. Tekrar eve girdi ve şömineye son kalan odunları da atarak yatmak için hazırlandı.
***
Sabah uyandığında, bütün gece yanmış olan şöminenin vermiş olduğu ılık hava vücudunu yaladı. Kahvaltısını yaptıktan sonra köyün muhtarına gidip, gece bir hırsızlık ya da olağan dışı bir olay olup olmadığını sormaya karar verdi.
Evden çıktığında soğuk hava yüzüne bir kamçı gibi çarptı. Güzelim yıldızları kara bir yorgan gibi örten bulutlar sonunda başarmışlardı. Sicim gibi bir yağmur yağıyordu ve duruma bakılırsa duracağı da yoktu. Gocuğunun kapüşonunu kafasına geçirdi ve o anda bahçesinde düzensizce kazılmış çukurları görerek şaşkınlığa uğradı. Sanki biri gece burada cirit atmış ve rastgele durduğu yerleri eşeleyip durmuştu. Merak ve telaş içinde koşar adımlarla muhtarın evine doğru yürümeye başladı.
Muhtar altmışlı yaşlarda, görmüş geçirmiş bir adamdı. Osman’ı kapıda samimiyetle karşıladı ve içeri buyur etti.
“Hoş geldiniz muharrir bey. Sabah şerifleriniz hayır olsun. Nasılsınız? Buyurun içeriye sımsıcak bir sahlep içelim beraberce.”
Osman, muhtarın kendisine her zaman muharrir bey diye hitap etmesinden keyif alıyordu. O da aynı samimiyetle cevapladı:
“Teşekkür ederim Münir Bey iyiyim, sizin de sabah şerifleriniz hayır olsun. İçeri girmeyeyim, başka bir zaman gelir otururum. Sabahın erken vakti işleriniz çoktur şimdi sizin. Hem daha hazırlanıp, ofisinize de gitmemişsiniz. Dün gece köyde olağanüstü bir durum, nasıl desem bir hırsızlık ya da farklı bir olay yaşanıp yaşanmadığını merak ettim”
Muhtar’ın gözleri, Osman’ın merak ettiği konuyu duyduğunda telaşından faltaşı gibi açıldı:
“Yok…yok… Bana gelen bir haber yok. Hem burada böyle şeyler olmaz muharrir bey. Temiz köydür burası. Halkımız gayet namuslu, temiz insanlardır. Aman diyeyim, yoksa sizin başınıza bir iş mi geldi?”
“Dün geç vakit bahçede iken evin önünden nasıl desem; gizlenmeye çalışan bir gölge geçtiğini hissettim sanki. Meraklandım. Gerçi bir şey göremedim ama… Sabah kalkıp bahçeye çıktığımda ise toprağın değişik yerlerde kazılıp öylece bırakıldığını gördüm. Sizce ne olabilir?” diye sordu Osman tereddüt içinde.
Muhtar anlamıştı konuyu. Osman’ın yüzüne bu sefer korku içinde bakarak:
“Aman diyeyim muharrir bey. Bundan sonra böyle bir şey yaşarsanız hemen eve girin, kapıyı kilitleyin, fatiha suresini okuyun ve yorganı kafanıza çekip yatın. Sabaha kadar da kalkmayın yattığınız yerden. Kimseye zararı yoktur onun. Dolaşır gider” dedi.
Osman hayret içinde sordu:
“Ne diyorsunuz? Kim dolaşır, kim gider?”
Muhtar, Osman’ın koluna girerek onu evin dışına doğru bir iki adım sürükledi ve söyleyeceklerinin duyulmamasını ister gibi kısık sesle konuştu:
“E canım, sizden önceki kiracı… rahmetli Murat Bey. Dolaşır gider o. Kimseciklere zarar vermez o melek ruhlu adam. Bir de çekirdek diye bir kedisi vardı. Böyle simsiyah, kocaman bir kedi. Biz rahmetliyi çok severdik, ama ah o kedisi yok mu? Kapkara, uğursuz bir hayvan işte. Rahmetlinin vefatından sonra o da ortadan kayboldu. Bana kalırsa kedi kılığındaki Azrail aleyhisselamdı o. Murat Bey’in canını aldı, uçtular gittiler işte ikisi de. Zavallı Murat Bey’in de yazgısı böyleymiş.”
Osman batıl inançlı biri değildi ve muhtarın bu anlattıklarını mantığı kabul etmiyordu. Bu düşüncesini belli eder bir sesle konuştu:
“Yapmayın Münir Bey. Hayvanın uğursuzu azraili mi olur? Peki, bu Murat Bey dediğiniz kimse…nasıl vefat etti? Kimi kimsesi yok muydu adamın?”
“Sizden önceki kiracıydı. Biz bir süredir kendisini ortalarda göremeyince merak etmiştik, evine bir girdik ki rahmetli ruhunu teslim etmiş yatağında.” dedi muhtar ve üzüntüyle ekledi: “İstanbul’da iki oğlu vardı. Hemen haber ettik ama ikisi de ilgilenmedi hiç. Biz de işlemleri hallettik ve köy mezarlığına defnettik garibi.”
Osman burasını anlamıştı ancak rahmetli öldükten sonra evinin çevresinde dolaştığı ve kedisinin de aslında Azrail olduğu iddiasına anlam veremiyordu.
“Münir Bey… Benden hortlak hikayelerine inanmamı beklemeyin lütfen. Yani ölen ölmüştür. Tekrar kalkıp da ortada dolaşması saçma. Kim böyle öbür tarafa gitmiş de geri dönmüş şimdiye kadar?”
Muhtar ikna etmeyi istercesine konuşmaya devam etti:
“Ermiş gibi adamdı rahmetli. Köyde herkese iyiliği dokunurdu. Böyleleri ebediyete gider ama ruhları hep bizimledir muharrir bey. Siz inanmayın tamam ama bir daha evinizde böyle şeyler hissederseniz dediğimi yapın. Sadece bir fatiha…”
Osman konunun bu noktaya gelmesinden rahatsız olmuştu. Köy ahalisi dünya iyisi insanlardı ama batıl inanışları da fazlaydı.
“Peki Münir Bey, teşekkür ederim. Biraz daha gözleyelim bakalım olanları.” dedi ve geldiği yoldan, yağmur altında eve yürümeye koyuldu.
***
Evde kafası muhtarın anlattıkları ile dolu olmasına rağmen, kısa bir öğle molası hariç o gün akşama kadar kitabı ile meşgul oldu. İyi gidiyordu, önemli bir kısmını bitirmişti. Geriye bir tek final bölümü kalmıştı ve bunu da bir hafta içerisinde tamamlayıp ilk taslağı ortaya çıkartacağını düşünüyordu. Akşam yemek vakti “bugünlük yazmaya paydos” diye söylendi kendi kendine.
Yemeğini yedikten sonra yağan yağmura rağmen bahçeye çıkmaya karar verdi. Bütün gün evin içinde yazmaktan bunalmıştı. Belki temiz hava ile ciğerlerini doldurmak, kitabının final bölümünü kurgulamak için de iyi gelebilirdi.
Dışarıda hava kararmıştı ve arabasının olduğu yerdeki elektrik direğindeki solgun ışık bahçeye garip bir loşluk veriyordu. Aniden bir karaltının hızla yer değiştirdiğini gördü. Biraz önce bahçe kapısının tam dibindeydi ve şimdi hızla top çalının arkasına geçmişti. Yavaşça oraya doğru yürüdü. Çalının önüne geldiğinde aniden bir tıslama duydu. Şimdi gözlerinin önünde havaya fırlayan taş ve toprak parçaları vardı. Osman önce korkuyla irkildi ama sonra kendini toplayarak fısıldadı:
“Pisi pisi…Sen misin?”
Karaltı önce hareketsiz kaldı. Belli ki tetikteydi ve kendisini çağıran sese dikkat kesilmişti.
Çalıya biraz daha yaklaştığında kediyi gördü. Adeta bir fosfor kuyusundan fırlamış gözlerini kocaman açmış merakla kendisine bakıyordu. Aynı zamanda da arka bacakları bir yay gibi gerilmiş ve her an kaçmaya hazırdı. Osman kediye doğru yavaşça uzandı ve hayvanın başını yumuşakça okşadı. Kömür karası rengindeki kedi şimdi rahatlamıştı. Önce kafasını kendisini okşayan ele nazikçe sürttü daha sonra karşısındakinin bacaklarına sevgiyle dolandı.
Kitap, planlandığı gibi bir haftada bitti ve şehre geri dönüş günü geldi. Kedi yolculuk için bir koli içinde, arabanın arka koltuğunda yerini almıştı. Herşey hazır olunca, Osman arabayı hareket ettirdi ve önce köy sakinleriyle vedalaşmak için meydanda, kahvenin önünde durdu. Arabadan iner inmez Muhtar ve köylüler etrafını çevirdiler. Hepsinin yüzünde hüzün vardı.
Muhtar ayrılacak olmalarının üzüntüsü ile söze başladı:
“Muharrir bey. Köyümüze şeref verdiniz. Sizinle tanışmak bizler için bir zevkti. Ama bizi unutmayın. Yine bekleriz köyümüze”
Osman sevmişti bu köyü ve insanlarını. Yüzüne samimi bir tebessüm yerleşti.
“Münir Bey. Sizi ve bu güzel köyü unutmak ne mümkün. İlk fırsatta ziyaretinize geleceğim. Hem bu arada zaten giderken yanımda bana bu güzel köyü unutturmayacak bir şey götürüyorum.”
Muhtar ve diğerleri meraklanmıştı. Yazar yanında ne ile gidiyordu ki? Osman kalabalığı fazla merakta bırakmamak için arabanın arka koltuğunu işaret etti ve “Bakın lütfen, orada işte” dedi neşeyle.
Arka camdan içeri önce muhtar baktı ve çığlığı koyverdi:
“ Tövbeee allahım! Millet bakın….Azrail aleyhisselam burada!”
Osman arabaya binip uzaklaşırken hala hayretle arkasından söyleniyordu:
“Yazık, çok yazık. O da önceki gibi iyi adamdı. Ama ömrü buraya kadarmış işte.”
(*) Dünyanın en güzel kızı kedim ÇEKİRDEK’e ithaf ettiğim öykümdür.