80’li hatta 90’lı yılların başındaki sinema salonlarının keyfini tadanlardan mısınız? Eğer yaşınız 45’in üzerindeyse Aksaray Bulvar Sineması, Beyoğlu Emek Sineması, Şişli Site Sineması, Kadıköy Süreyya Sineması’na mutlaka gidip, film seyretmişsinizdir. İsmini verdiğim sinemalar ilk aklıma gelenler. Şüphesiz isimleri çoğaltılabilir. Günümüzün saloncuklarından çok farklıydı oraların ortamları.
Şimdi ise sinema diye genellikle AVM’lerin en üst katında koca bir alanı bölmelere ayırmışlar; Salon 1, Salon 2, Salon 3… Bakmayın isimlerini böyle salon koyduklarına. İzleyicilere adlarına salon dedikleri bu saloncuklarda film seyrettiriyorlar. Hatta sadece AVM’lerde değil, özellikle Beyoğlu’nda Fitaş gibi, Elhamra gibi eski büyük ve tek salonları da böle böle bitirememişler. Aynı sinemada beş ayrı film oynar hale getirmişler.
Bu yazıda, seyredilen filmlerden daha fazla haz almayı sağlayan o eski salonların havasından esintiler hissetmeye ne dersiniz?
Geçmişte, bir filme gitmek için günlük gazetelerin sinema programlarını takip eder, haftalık olarak değişen filmlerden kendinize uygun olanını seçerdiniz. Gideceğiniz matineye de karar verdikten sonra heyecanlı bekleyiş başlardı. O zamanlar şimdiki gibi film eleştirileri pek yapılmadığından, yapılsa bile bunlara erişim kolay olmadığından genellikle sevdiğiniz aktör ve aktrislere göre film seçerdiniz ya da tanımadığınız bir başrol oyuncusunun filmine gitmeye o filmin zafer haftası sayısına bakarak karar verebilirdiniz. Zafer Haftası’nın anlamı neydi? O zamanlar bir film çok beğenildiyse sinemalarda birden fazla hafta oynatılırdı. 1. Zafer Haftası, 2. Zafer Haftası denerek aynı film tekrarlanırdı.
Belirlediğiniz matine için sinemaya geldiniz. Kapıdan içeri girdiğinizde, sizi oynayan filmin afişi ile beraber bilet gişesi karşılardı. O zamanlar internetten online bilet alıp telefona indirme imkânı yok, hele hele oturmak istediğiniz yeri önceden seçme şansınız hiç yok. Tek lüks, gişedeki görevliye “Lütfen, varsa sıra başı olabilir mi?” diye sormak ya da “Sıra ortası bir yer rica ederim” diye belirtmekti. Şansınız varsa tercih ettiğiniz yerden bilet alabilirdiniz.
Biletinizi aldınız, fuayeye geldiniz. İşte şimdi dönemin ünlü artistlerinin duvarlarda asılı portreleri ile karşı karşıyasınız. Bir tarafta o güzel bakışları ile sizi baştan çıkaran Grace Kelly, onun hemen yanında şüpheli nazarlarla bakan ve her an altıpatlarlarına asılacakmış havası veren John Wayne ve daha birçokları…Karşıdaki duvarda da bizim değerlerimiz; babacan dedemiz Hulusi Kentmen, şaşkın bakışları ile Kemal Sunal, boncuk gözlü ablamız Fatma Girik, Türkan sultanımız ve diğer Yeşilçam’ın kilometre taşları. Artık duvarda ne kadar yer varsa hepsini dolduran portreler.
Gongu duydunuz, kendinizi sinema salonundan içeri attınız. Önce beyazperdenin şimdilik kapalı olan zarif kumaş perdesinin ve sinema koltuklarının döşemelerinin kendinizi adeta evinizde hissettiren kokusunu duyardınız. O zamanların sinema salonlarının kendisine has havasıydı bu. Siz bu havayı alırken, karşınızda aniden birileri belirirdi: yer göstericiler. Genellikle takım elbiseli, ellerinde el fenerleri olan emekçiler. Kibar olmasına kibardılar ancak yerinizi gösterdikten sonra bahşiş beklerlerdi ve vermeyenlere de “Cebinizde akrep mi var yahu?” diye takıldıklarına şahit olmuşluğum da vardı hani.
Yer göstericilerin sıra başında durarak el feneri ile işaret ettiği yere, o rahat koltuğa gömüldünüz mü tamam, artık film başlayabilirdi. Işıklar söner ve herkes oturduktan sonra yer göstericiler de giriş kapısının perdesini çekerek salondan çıkarlardı. Perde çekilirken sessizliği bölen o ses, evinizde hızla çektiğiniz perdenin kornişte kayarken çıkarttığı sesin aynısıydı ve insanın içini rahatlatırdı. Şimdiki zamanın o ittirmekle bile güç açılan, soğuk salon kapılarını düşündükçe kaybolan bir huzur.
Film başladıktan bir süre sonra ki bu süre filmin uzunluğuna göre belirlenirdi; salon aydınlanır ve perdede ara olduğunu belirten yazıyı görürdünüz. Hemen akabinde perde aheste şekilde kapanırdı.
Ve işte o an… Salonların en keyifli anı… Genellikle en başta gördüğünüz yer göstericiler kucaklarında tahtadan tezgahlarla içeriye girerlerdi. Bir yandan da ellerinde tuttukları şişe açacaklarını tezgahların altına öyle ahenkle vururlardı ki, seyirciler canları istemese bile mutlaka oradan bir şeyler alırlardı. Tahta tezgahların üstünde kuruyemiş, meşrubat ve başka iki şey daha bulunurdu ki onların ismini ayrı yazacağım, çünkü ayrı olarak anılmayı hak ediyorlar. Koko ve Alaska Frigo. Film aralarında yiyecek olarak en çok bu ikisine rağbet olurdu.
Ara bitince tekrar filmin ikinci yarısına dönüş, yavaş yavaş açılan perde ve tekrar sönen ışıklar. Ortamın benim en çok hoşuma giden anı hangisiydi, merak eder misiniz? Söylemesem olmaz… Film oynarken kafanızı oturduğunuz yerden yukarı doğru biraz kaldırdığınızda salonun en arkasından, makine dairesinden çıkan ışık huzmesinin karanlıkta perdeye doğru ilerleyişini görmek. İçinde koca bir filmi ve gözyaşlarını ya da kahkahaları barındırırdı o ışık huzmesi, değil mi?
Ne demiş büyüklerimiz: “Eskiye rağbet olsaydı, bit pazarına nur yağardı” Bu söz eski şeyleri kimsenin sevmediği, yeni şeylerin ilgi çekici olduğu anlamına geliyor. Büyükler doğru dermiş. Ama bu söz bence kısmen doğru. Çünkü insan eskidikçe, eski adetler ve yaşantı ile yenilerini daha çok karşılaştırmaya başlıyor ve belki de yaradılış gereği tekrar hayatının baharını yaşamayı istediğinden, tercihini kendi genç olduğu zamanlardan yana kullanıyor. Ayrıca eski olanın çoğu zaman gizemli olduğu gerçeğini de unutmamak gerekmiyor mu?
(*) Bir zamanların dört yapraklı yoncasının en güzel yaprağı Fatma Girik’in hatırası önünde saygıyla eğiliyorum…