Ankara’nın o meşhur Şubat ayazı nasıl anlatılabilir ki? Havada tek bir bulut yoktur ve en kuytu köşelere dek sızan o buz gibi soğuk hava, değdiği yeri bıçak gibi keser. Yine böyle bir ayaz zamanı ve gökyüzünde soğuğa eşlik ederek parıldayan dolunay. Sabaha keskin ayazla hazırlanan şehrin merkezinde bir ara sokak. Dolunayın parlaklığı yerdeki su birikintilerine vurmuş ve sokağı boydan boya dolaşan yakamozlar oluşturmuştur. O sırada lacivert damalı sarı bir araba, sokağın başında sert bir fren yapar. Arka kapı açılır ve bir adam dışarı çıkar. Arabanın içi öyle sıcak olmalıdır ki gözlükleri dışarıdaki soğukla karşılaşınca buğuyla örtülmüştür. Kısa kabanının cebinden mendilini çıkartıp gözlüklerini temizler. Arabadan inerken sıkı sıkı tuttuğu not defterini, şimdi koltuğunun altına sıkıştırmıştır. Gözlüklerini taktıktan sonra not defterini tekrar eline alır. İlk sayfasına kaydettiği adresi okuduktan sonra, yavaş adımlarla sokakta yürümeye başlar.
Heyecan ve sabırsızlıkla bir yeri aradığı her halinden bellidir. Sokağın ortasına kadar gelince, sağ taraftaki yeşil binanın önüne koşar adımlarla gider. Derin bir nefesle başını göğe doğru kaldırıp, tekrar indirir. Aradığı yeri bulmuştur. Apartmanın daire zillerinin üzerinde yazılı isimlere bakar. Nihayet üç aydır görmediği sevgilisinin ismini kalbinin sesi ile okur. İçini tatlı bir ürperti kaplar. Çektiği kalp sancısının dinmeye başladığını, can yaralarının yavaşça dağlandığını hisseder. Kadın, sevgisini verdiği adamı pencerede beklemektedir. Saatlerdir ayakta, gözleri sürekli sokağa takılı şekilde ve alnı cama dayalı öylece durmaktadır. Yorulmamıştır, çünkü insan sevgiyi beklerken yorulmaz, sadece uzayıp giden bekleyişlerde kendini dinlemekten yıpranır. Adamı daha arabadan iner inmez görmüştür. Önce hiçbir tepki vermez. Neden sonra adam giderek yaklaştıkça, vücudunun her bir parçası karıncalanmaya başlar. Sevgiye mola sona ermiştir. Sevgililer birleşmeye mahkum aynı bütünün iki yarısı olduklarını anlamışlardır sonunda. *** Tam iki yıl önce Bodrum tatillerinde tanışmıştı Mehmet ile Zehra. Mehmet bir finans şirketinde broker olarak çalışıyordu.
Yolunda gitmeyen kısa bir evlilik dönemi yaşamıştı. Bu ilişkisini bir cehennem hayatı gibi yaşadığı boşanma süreci ile de noktalamıştı. Hiç gitmek istememesine rağmen, yakın arkadaşı Müfit’in ısrarı ile çıkmıştı tatile. İstanbul’dan bir süre uzaklaşmasının, kendini bulmasına yardım edeceğini söylemişti arkadaşı. Öyle olabilir miydi? Gerçekten bu kaçış, kanayan yaralarına ilaç olur muydu? Bu düşüncelerle dolu olarak kabul etmişti arkadaşının teklifini. Zehra bir hukuk bürosunda avukattı. İşlerinin yoğunluğundan ötürü uzun zamandır tatil yapmamıştı. Bunun acısını çıkartmak için, çocukluk arkadaşı Hande ile gelmişti Bodrum’a. Amacı sadece kafasını dinlemekti. Bu tatilde kalbini alıp götürecek bir erkekle tanışacağı asla aklına gelmezdi. Hayatında şimdiye kadar ciddi sayılabilecek bir gönül ilişkisi olmamıştı. Zor beğenen bir insandı Zehra. Girdiği ortamlarda insanlarla arasına mesafe koyar, kimseyi beğenemezdi bir türlü. Masallardaki beyaz atlı prensle karşılaşsa bile “Ama bunun atı neden beyaz? Siyah olmalı” derdi. Bodrum’a yola çıkmadan önce bu huyunu bilen arkadaşlarının “Haydi bakalım, Bodrum’da beğeneceğin biri çıkar artık” yollu takılmalarına gülüp geçmiş ve “Bırakın Allah aşkına, Bodrum’dan erkek çıkar mı?” diye cevabı yapıştırmıştı. Ama hiçbir zaman büyük konuşmamak gerektiğini Mehmet’le karşılaşınca anlamıştı Zehra. İki genç bir tiyatro gösterisi sırasında karşılaşmışlardı. Tiyatro kalabalıktı. Yemeğini bitiren herkes, taş basamaklarda yer bulabilmek için birbirleriyle yarışıyorlardı. Mehmet ve arkadaşı itiş kakışın arasında oturacak yer bulmuşlar, ancak Zehra sahnenin önünde ayakta kalmıştı. Tek başınaydı. Arkadaşı başı ağrıdığını, dinlenmek istediğini söyleyerek odasına dönmüştü.
Mehmet ayakta kalan kalabalığa bakarken Zehra’ya gözleri takıldı. Üzerindeki kırmızı renkli tulum ile hızını alamayan bir ateş gibi yanıyordu. Müfit’i dürttü ve “Şu kırmızılı kıza baksana” dedi yavaşça. “Ayakta kalmış, yalnız başına galiba.” Müfit sahne önündeki kalabalığa dikkatle baktı ve kızı gördükten sonra cevapladı: “Vay abi! Ne güzel bir kız. Haklısın, ayakta kalmış. Keşke bir yer ayarlayabilsek…” Tesadüfen o sırada yanlarında oturan kadın, çocuğunun sıkılıp ağlaması ile ayaklandı. Çocuğu kucağına alıp kalkması ile birlikte yan basamakta ayakta duran biri fırsatı kaçırmak istemedi. Boşalan yere doğru hızla hareketlendi. Müfit hemen atıldı: “Kusura bakmayın, burası dolu. Arkadaşımız aşağıda bekliyor” dedikten sonra, Mehmet’e halen beklemekte olan Zehra’yı işaret etti. Mehmet aldırmayınca kendisi ayağa kalktı ve basamakları ikişer ikişer atlayarak Zehra’nın yanına indi. Mehmet ikisini izliyordu. Müfit, Zehra’nın yanına ulaştı ve onunla konuşmaya başladı. Sonunda arkadaşı önde, Zehra arkada basamakları tırmanmaya başladılar. Mehmet, basamakları zarif şekilde tırmanan Zehra’dan gözlerini alamıyordu. Zehra ile Müfit sonunda kalabalığı yara yara Mehmet’in yanına gelmişlerdi. Arkadaşı ikisini tanıştırdıktan sonra, Zehra’ya oturması için Mehmet’in yanını işaret etti. Kendisi de Zehra’nın yanına oturdu. Gösteri sona erdikten sonra Zehra her ikisine de teşekkür etti ve odasının yolunu tuttu. Mehmet’in Zehra’dan etkilendiği açıktı. Ancak bu ilk tanışmalarında Mehmet’in Zehra’nın dikkatini çektiği söylenemezdi. Ertesi sabah Mehmet çalan oda telefonunun sesi ile uyandı. Önce yanındaki yatağa kaydı gözleri. Müfit yoktu. Herhalde kahvaltıya inmişti ve şimdi de arayan oydu, kendisini kahvaltıya çağıracak olmalıydı. Uykusunu alamamış ve keyifsiz bir halde telefona uzandı: “Alo Müfit…Sen misin?” Karşı taraftan bir kadın sesi geliyordu: “Günaydın Mehmet…Ben Zehra. Kahvaltı etmeye niyetin yok galiba…” dedi Zehra. Mehmet, Zehra’nın sesini duyunca boşalmış bir zıpkın gibi ayağa fırladı ve cevapladı: “Günaydın. Uyuyup kalmışım işte. Siz kahvaltıdasınız galiba. Bitirdiniz mi?” “Müfit ve arkadaşım Hande yemek salonundayız. Evet, bizim kahvaltımız bitmek üzere. Ayrıca buradaki kahvaltının bitmesine de on beş dakika var.
Birazdan her şeyi kaldırmaya başlarlar” dedi Zehra. “Eğer hemen gelmezsen yemeğini ekstradan yemek zorunda kalacaksın” diye de ilave etti gülerek. Mehmet, Zehra ile konuşurken, bir yandan da giyinmeye çalışıyordu. “Hemen geliyorum, teşekkür ederim uyandırdığın için” dedi ve telefonu kapattı. Otelin restoranına indiğinde yeni arkadaş grubu kahvaltı masasında oturmuşlar, bitirdikleri kahvaltılarını kahve ile taçlandırıyorlardı. Mehmet hepsine selam verdikten sonra açık büfeye doğru yöneldi. Çok acıkmamıştı. Tabağına iki dilim peynir, bir de yumurta aldı ve masaya dönüp, Müfit’in yanına oturdu. Zehra tam karşısında gülümseyerek ona bakıyordu. “Hep böyle az mı yersin?” diye sordu Mehmet’e ve devam etti: “Bir kendi yediklerimi düşündüm bir de senin tabağına baktım da onun için şaşırdım” Dudaklarının kenarına yerleşen tebessüm halen yerli yerinde duruyordu. Mehmet cevapladı: “Kahvaltı ile pek aram hoş değil. Bu kadarı bana yetiyor işte.” O sırada Müfit araya girdi: “Formunu böyle koruyor diyeceğim ama alakası yok. Gün içinde yediklerini görseniz şaşarsınız” dedi ve kahvesinden bir yudum alarak Mehmet’in sırtını sıvazladı. Zehra ilk defa o anda Mehmet’e dikkatle baktı. Yakışıklı bir adamdı doğrusu. Ancak onu etkileyen daha çok Mehmet’in gözleri ve ellerinin zarifliği olmuştu. Esmer ve yeşil gözlüydü Mehmet. Parmakları ise bir piyanist gibi ince uzun ve elinin bütünü ile öyle orantılıydı ki bir kara kalem resim çalışmasından fırlamış gibiydi. Zehra bu düşüncelerine şaşırmıştı. Şimdiye kadar hiçbir erkeği beğenemeyen Zehra hayatında ilk defa birinden etkilenmişti. Kahvaltı bittikten sonra hep birlikte deniz kıyısına indiler. Mehmet, kendini tamamen Zehra’ya kaptırmıştı ve gerek hareketleri gerekse de sarf ettiği sözlerle bunu açıkça belli ediyordu.
Zehra da bu durumu fark etmekte gecikmedi, o da Mehmet’ten etkilenmişti. Bu yakınlaşmanın sonucu olarak birbirlerini daha iyi tanımak istediler. Zehra hayatından bahsetti, yaptığı işi, İstanbul’da yalnız başına yaşadığını, ailesinin Ankara’da oturduğunu anlattı. Hukuk fakültesini bitirdikten sonra iş imkanı daha fazla olan İstanbul’a yerleşmişti. Mehmet, Zehra’ya karşı dürüst olmak istedi. Kendisinden bahsetmeye başlamadan önce, başından bir evlilik geçtiğini ve ayrıldığını anlattı Zehra’ya. Zehra, Mehmet’in boşandığını duyduğunda kafasına soru işaretleri doluştu. Mehmet’ten hoşlanmıştı ancak evlenip boşanmış olması tereddütler yaşamasına neden olmuştu. Çiçeği burnunda arkadaş grubunun vakitleri çok güzel geçiyordu. Müfit ve Hande arkadaşlarının yakınlaşmalarının farkına varmışlar, her fırsatta onları yalnız bırakmaya çaba gösteriyorlardı. Özellikle Mehmet ile Zehra’nın yalnızlarken paylaştıkları anlar, aralarındaki bağı kuvvetlendirdi. Ama yine de Mehmet’in biten evliliği Zehra’nın aklının bir köşesinden çıkmıyordu. Buna karşılık Mehmet ile geçen zamanları öylesine güzeldi ki bundan keyif alıyor ve aldığı zevk, aklının soru soran köşesini baskı altında tutuyordu. Sayılı günlerin çabuk sona erdiği inkar edilemez bir gerçekti ve tatilin de sonu gelmişti. Mehmet ve Müfit’in tatili bitti. Zehra ve Hande iki gün daha geç döneceklerdi. İstanbul’da görüşmek üzere vedalaştılar. Mehmet döndükten sonra iki sevgili sürekli telefonla konuşuyorlar, kavuşmak için adeta gün sayıyorlardı. Nihayet Zehra’nın dönüş günü geldi. Mehmet, Zehra’yı karşılamak için sabah erken vakitte otogarın yolunu tutmuştu. Beklerken elinde bir gonca gül vardı Mehmet’in. Bir gece önce aldığı bu goncayı, solmasın diye aspirin erittiği suda bekletmişti.