Modern sosyolojideki ekollerden iki tanesi birbiriyle çatışma halindedir. Bu ekollerden “yapısal işlevselci ekol”, zaman zaman aralarında çatışmalar yaşasa da toplumun farklı kurum ve gruplarının daima bir uzlaşma geliştiren tümleşik yapılardan oluştuğunu kabul eder. “Çatışmacı ekol” olarak bilinen ve 1968’den itibaren bir takım değişik anlayışların da eklendiği Marksist çatışma anlayışı ise toplumda ekonomik olarak sömürülen sınıflar olduğu müddetçe sınıflar arası çatışmayı kaçınılmaz bir olgu olarak kabul eder. Bu iki ekol zaman içinde birbirlerine yaklaşmış olsalar da birbirlerine farklı açılardan eleştiriler getirmektedir.
Klasik sosyoloji döneminde pozitivist düşünürler, Darwin Teorisinden esinlenerek toplumu bir bedene, toplumsal kurum ve yapıları da bedenin sağlıklı yaşamını sağlayan organlara benzetmişler ve organların birbirleriyle uyum içerisinde çalıştıklarını savunmuşlardır. O devrin önde gelen düşünürleri olan Spencer, Weber ve Durkheim bu görüşü oluştururlarken farklı çıkarlara sahip olsalar da toplum yapılarının sonunda uzlaşacağını toplum sağlığı açısından zorunlu görüyorlardı.
1968’den itibaren klasik çatışmacı anlayışa etnik, cinsel kimlik, dini inanç ve uygarlık bakış açılarını da ekleyen Wright Mills, Coser ve Dahrendorf gibi düşünürler çatışmaya sadece ekonomik pencereden bakılamayacağını ve toplumdaki çatışmayı “çıkar farklılıkları” olarak değerlendirmeye başladılar. Böylelikle toplum kültürünü de görmezden gelmeyerek yapısal işlevsen ekole belli oranda yaklaşım sağladılar. Bu düşünürler bir yandan Marksizm’i de eleştirirlerken bu sefer de dini, etnik ve kültürel topluluklar açısından yeni çelişki alanları ortaya atarak yapısal işlevselciliğe önce yaklaşıp sonra yine tartışmaya devam ettiler.
Yukarıda adını geçirdiğimiz Durkheim ve onun gibi anlayış sergileyen düşünürlerden, Osmanlı Devleti’nde 1908 yılından itibaren yıldızı parlayan “Türkçülük” ekolü de etkilenmiş ve yapısal işlevselci ekolün bir uzantısı olarak Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde uygulanan solidarist korporatizmi savunmaya başlamışlardır. Türkçülük ekolünün önde gelen düşünürleri olan Ziya Gökalp, Yusuf Akçura, Tekin Alp ve Necmettin Sadak gibi Türk düşünürleri makale ve kitaplarında korporatizmi anlatmışlar, konu İttihat ve Terakki partisine de aktarılmış fakat solidarizmin milli iktisat, laiklik ve tam bağımsızlık gibi anlayışları geç Osmanlı döneminde uygulama alanında fazla bir başarı gösterememiştir.
Kurtuluş savaşının sonuca ulaştırılmasından sonra Yusuf Akçura, Ziya Gökalp, Mahmut Esat Bozkurt ve Recep Peker gibi solidarist korporatizmi savunan birçok düşünür Atatürk’ün yeni ülke inşası çalışmalarındaki kurmay heyetini oluşturmuşlar ve cumhuriyet, Türkçülük akımının bir uygulaması olarak inşa edilmiştir.
Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte toplanan İzmir İktisat Kongresi de solidarist anlayış üzerinden toplanmış ve kongreye her ilçenin meslek kuruluşlarının temsilcileri davet edilmiştir. Atatürk ve arkadaşlarının bu kongrede hassas oldukları konu meslek örgütlerinin bir dayanışma içerisinde olmaları ve halkın sorunlarının çözümüne birlikte karar vermeleridir. Bu kongre doğal olarak işçi ve rençberin patron ve eşrafla boy ölçüştüğü ya da çalışanlarla çalıştıranların hesaplaştığı bir arena olmamış, tüm zümrelerin çatışmak yerine birbirlerinin hak ve hukukuna saygı göstererek nasıl dayanışma içinde ülkeyi kalkındıracaklarının konuşulduğu bir kurultay olmuştur. İktisat Kongresini düzenleyenlerin sosyolojik anlayışı Marksizmin çatışmacı anlayışı olmamış, Durkheim’in de içinde olduğu “Yapısal İşlevselci” yaklaşım sergilemiştir.
Tabii bu yaklaşım ikinci meşrutiyet dönemi önde gelen Türkçülerinden Ziya Gökalp ve çevresindeki aydınların solidarist yaklaşımına denk düşmektedir. Nitekim kongreden birkaç ay sonrasında Cumhuriyet Halk Partisi kurulmadan hemen önce Atatürk Ziya Gökalp’ten kurulacak partinin ilkelerini ve programını
belirleyen bir çalışma yapmasını istemiş ve 8 Nisan, 1923’te bu ilkeleri “Dokuz Umde” olarak topluma açıklamıştır. Açıklanan bildirge hem CHP’nin program ve yol haritası hem de seçim bildirgesidir. Bu açıklamadan sonra da yine Ziya Gökalp Atatürk’ün ricası üzerine “Dokuz Umde”yi açıklayıcı mahiyette bir broşür hazırlamış ve halka dağıtılmıştır.
Aslında Atatürk’ün Ziya Gökalp’e güvenmesi ve onun fikirlerini benimseyerek uygulamaya sokması her ikisinin de İttihat ve Terakki Partisinde bulunarak aynı ideolojik iklimi solumalarından kaynaklanmış olabilir. Bilindiği üzere Türkçülük Hareketinin solidarist ve milliyetçi fikirleri İttihat ve Terakki Partisine de aktarılmıştı. Ziya Gökalp 1910 yılında Selanik’e partinin Genel Merkezi üyesi olarak giderek parti okulunda partili gençlere sosyoloji dersleri vermiş ve gençlik kolunu yönetmişti. Böylelikle de yönetimin büyük taktirini kazanmıştı.
Atatürk’e gelince, partiye subayların siyasete karışması üzerinden yaptığı eleştiriler ve daha sonraları partiye mesafeli durmasına rağmen partinin savunduğu birçok ekonomik ve siyasi uygulamalar kendisini etkilemiş ve cumhuriyet kurulduktan sonra yeniden uygulama programına koymuştur. Yani Atatürk’ün Türkçülük ekolünün fikirlerini benimsemesi 1908’lerden başlayan ve cumhuriyetin kuruluşuna kadar devamlılık arz eden yaklaşık 16 yıllık bir süreci kapsamaktadır. Önce 1920 “Halkçılık Programı”nı hazırlarken Türkçülük akımının iklimini yansıtan Atatürk’ün, 9 umdeyi Ziya Gökalp’e yazdırması ve sonra da bu bildirgeyi yine ona açıklatması, onu Diyarbakır milletvekili seçtirmesi ve Talim Terbiyede eğitim müfredatı hazırlatması aralarında sıcak bir fikri yakınlık olduğu şeklinde yorumlanabilir. Doç Dr. Mehmet Karakaş’a göre “Gökalp, Yazdığı yazılarda Mustafa Kemal’in ve Halk Fırkasının meşruiyetini sağlamaya çalıştı. Tıpkı ittihatçılığın ve meşrutiyetin meşruiyetini sağlamaya çalıştığı eski günlerdeki gibi. Bu değişimi sayesinde çok kısa bir sürede Halk Fırkası’ n›n, dolayısıyla da ‘Yeni Türkiye’nin siyasi programına imza atmış oldu. Bu dönem Gökalp için siyasi görüşlerinde radikal değişimlerin yaşandığı bir sürecin de başlangıcı olmuştur. 11 Ağustos 1923 yılında yapılan seçimlerde Diyarbakır mebusu olarak Meclis’e katılan Gökalp, büyük oranda yeni rejimin ilke ve inkılâplarını belirleyen ‹ikinci Meclis’in yenilikçi simalar› arasındaki yerini aldı.”
Ziya Gökalp’i Avrupalı bazı düşünürler etkilemişti. Taha Parla’ya göre “Durkheim'dan önce kendisini etkileyenlerin çok az olduğunu anlıyoruz. Alfred Fouilee'nin volontarist idealizmi, ancak Durkheim'ın pozitivist idealizmini keşfetmesine kadar ilgisini çekebilmiştir. Gökalp'in buna karşılık, Jean-Jacques Rousseau ve lmmanuel Kant'ın daha kalıcı bir etkisi olduğu görülmektedir.” Bilindiği üzere Atatürk’ü de aynı düşünürler etkilemiş, özellikle Solidarist düşünür Alfred Fouilee ve solidarist Fransız Radikal Parti başkanı Leon Bourgeois’in kitaplarını 1923’te meclis açılırken tercüme ettirerek tüm millet vekillerinin okuması direktifi vermişti.
Yeni düzeni oluşturmak için önce kurulacak olan düzenin felsefesi oluşturulmalıydı. İşte bu aşamada Atatürk ve Ziya Gökalp gibi teorisyenleri etkileyen önemli bir düşünür olan Durkheim “Meslek Ahlakı” adlı eserinde şöyle söylüyordu: "Bir cemiyet müessesesi (ekonomi) bir ahlâk disiplini olmaksızın yaşayamaz. Çünkü aksi halde ortada ancak birbiriyle çarpışan fert iştihaları (iştah, hırs) kalır. Avrupa cemiyetlerinin bugün mustarip olduğu buhran işte buradan geliyor. Ekonomik hayat iki yüz yıldan beri görülmedik bir gelişmeye kavuşmuştur. Şimdiye kadar hor görülmüş, aşağı sınıfların eline bırakılmış, ikinci sırada bir yer işgal etmişken, şimdi birinci sıraya yükselmiştir... Cemiyet hayatının bütününde böyle bir yer tutan bir faaliyet kendine mahsus bir ahlâk düzeninden mahrum kalamaz, insanlar arasında barış ve düzen, tamamıyla maddi illetlerden, hatta pek ileri bile olsa, kör bir mihanikiyetten (hareket kabiliyetinden) otomatik olarak doğamaz. Bu bir ahlâk işidir.”
Ziya Gökalp ve Atatürk bu anlayışı Ahi’liğin tasavvuf anlayışında bulmuşlar ve ahlaki ilkelerin lonca duvarlarına asılması ve meslek ahlakının behemehal korunması gerekliliğini düşünmüşlerdir. Zaten böyle değil midir, Anadolu loncalar sistemi Eyyubi devletinden Avrupa’ya taşınmamış mıdır? İşte Durkheim de böyle bir anlayışı Korporatizm adı altında dünyaya önermektedir. Durkheim tasavvuf’u benimsememiştir belki ama gerek Avrupa gerekse Anadolu’da loncalar belki ülke çapında değil ama kendi içlerinde bir ahlaki kurallar manzumesini hayata geçirmeye çalışmışlardır. Ucu bucağı olmayan liberal bir ekonomik sistem önünde sonunda bir devlet kontrolüne tabi tutulmadıkça güçlülerin zayıfları ezip sömürdüğü orman yasalarına dönüşmektedir. Günümüzde de durum böyle işlemektedir. İçeride ve dışarıda solidarist düşünürler liberalizmin (serbest piyasa adı altında aşırı sömürme serbestisinin getirdiği toplumsal yıkımlar ve buna karşıt olarak küçük bir parti üyesi azınlık ve devlet memurlarından oluşan zümrenin ticareti ve ilerlemeyi sözde devletin tekeline aldığı safsatasıyla yine halkı açlık ve yoksulluğa terk etmesi ve yoksullukta eşitlik prensibiyle ülke yönetmelerine karşı, böyle bir ahlaklı düzen önermişler ve uygulamaya çalışmışlardır.
Bugüne gelinceye kadar üçüncü yola karşı olanlar ya liberal tekelci patronlar ya da sözde proletaryayı savunan ancak görev başına geldiğinde rüşvet ve ayrıcalık batağında bocalayıp duran ve halkın kültürünü yok sayan ilkel yönetimlerin hırslarıydı. Bu çıkmaz durum ancak ahlaki bir düzen getirilerek belki bir nebze düzeltilebilecekti. Aslında yaşanan insaniyetin evrim ve erginlik sorunuydu ve ancak ahlakı içeren yasalarla toplum yükselebilecekti. Çünkü ahlakın işlemediği hiçbir ideolojik anlayış toplumsal sorunları çözememekteydi.
Üçüncü yolun önemli düşünürü Durkheim’in Marx’dan ayrıldığı en önemli nokta sınıf çatışmalarının şiddete başvurmadan değiştirilebileceğini ve doğru yönetim ve tedbirlerle sınıf çatışmasının dayanışmaya dönüşebileceğini düşünmesidir. Durkheim’e göre: “Baskıcı sosyal eşitsizlik ve anomi (kuralsızlık-kaos) temelde bir yönetim sorunudur. Yetersiz düzenleme anomiye, haksız, hukuksuz düzenleme de baskıcı sosyal eşitsizliğe neden olmaktadır. Modern dünyada devlet, idare hukukunun en önemli aktörüdür. İş bölümünün karmaşıklaşması ile yasal düzenlemeler de çok daha karmaşıklaşmıştır.”
Durkheim’e göre “Gerçek ahlaki değerler ile resmi kurallar karşılıklı olarak uyumlu olmalıdır. Geçerli olan kurallar gerçek ahlaki değerlerle uyumlu olmadığında ve bu kurallar küçük bir azınlık tarafından zorbalık ve güç kullanarak uygulandığında sosyal dayanışma hasar görecektir”9 “Durkheim’a göre sınıf çatışması ve gücün kötüye kullanılması sosyal dayanışma ve ahlaki sarsıntıdan kaynaklanmaktadır.”
Bugün insanlığın hala tartışarak kendisine dersler çıkardığı Platon da “Devlet” adlı kitabında şöyle demiyor muydu: “Eğer bir toplum yaygın ahlaki zafiyet içindeyse, çürük tuğlalarla bir bina inşası mümkün olmadığı gibi sağlıklı işleyen sosyal kurumlar inşa edilemez. Hangi yasayı çıkarırsanız çıkarın, hangi kuralı koyarsanız koyun, iyi niyet ile uygulanmak istenmiyorsa istismarının bir yolu bulunabilmektedir.”
“Durkheim toplumsal patolojileri çözecek temel reform olarak meslek birliklerinin geliştirilmesini önerir. Mülk sahipleri ve işçiler arasındaki çıkar çatışmasının ortak bir ahlaktan yoksunluk sonucu ortaya çıktığı görüşündedir. Durkheim, bu birleştirici ahlâkı sağlayacak yapının “tek bir grup içinde birleşmiş ve örgütlenmiş aynı sanayi içindeki aktörleri” kapsayacak meslek birlikleri olduğunu ileri sürer. Böyle bir organizasyon, Durkheim’a göre, sadece mülk sahipleri, idareciler ve isçiler arasındaki ayrılıkları artırmaya hizmet eden sendikalar ve işveren birlikleri gibi organizasyonlardan farklı ve
üstündür. Bu kategorilere dâhil ortak bir örgütlenme içindeki insanlar, birleştirici bir ahlâk sistemine ihtiyaçları olduğu kadar, ortak çıkarları bulunduğunu da kabul edeceklerdir.”
Buradan anlaşılan şudur: İşçi ve işverenlerin aynı meslek örgütüne bağlı olarak aralarında yaşayacakları sorunu ortak toplum kültürüne uygun kurallar oluşturarak çözmeleri, yapılacak iş bölümü neticesinde yapılan işlerden ortak bir kazanç ve fayda elde etmeleri söz konusu olacaktır. Ortak kurallara bağlı olarak çalışmak, işçiyle işveren arasına sendikaların girerek çatışma oluşturmalarından daha verimli olacaktır. İşte sınıf çatışması yerine ortak amaç ve menfaatlerde birleşme, Durkheim’in yaklaşımı olarak karşımıza çıkmaktadır. Durkheim’e göre sınıf çatışması işverenle işçi arasında kurallara dayalı bir anlaşmanın bulunmamasından ve bundan ( anomiden ) doğan işveren zorbalığından kaynaklanmaktadır.
Marx, sınıf anlayışında üretim araçlarının sahibi olan işveren sınıfı (burjuvazi) ile en alt sınıfı temsil eden proletarya arasındaki sınıf ve katmanlara Marks pek sıcak bakmamıştır. Araştırmacı yazar ve Doktor Arif Koşar’a göre “Marx sınıf kavramını bazen oldukça gevşek bir biçimde “grup”, “hizip”, “katman” gibi kavramların yerine kullanmıştır. Örneğin “lümpen proletarya”dan Marx, “tehlikeli sınıf” olarak bahsetmiştir. Oysa katiller, hırsızlar, dilenciler, mafya vb. bu toplumsal kesimleri Marx, üretim sürecindeki ilişkilerden yola çıkarak bir sınıf olarak düşünmedi. Daha çok bir toplumsal katman olarak gördü. Yine Marx doktorlar, avukatlar, gazeteciler, profesörler, yazarlar ve rahipleri “burjuvazinin ideolojik temsilcileri ve “sözcüleri” olarak niteleyip bunlardan Kapital’in Birinci Cilt’inde “ideolojik sınıflar” olarak bahseder. Marx’ın “ideolojik sınıf” olarak adlandırdığı grup, bu insanların üretimde değil, toplumda oynadıkları role dayanmaktadır. Dolayısıyla aslında ideolojik rolü öne çıkan bu entelektüel kesimleri sınıf değil bir toplumsal grup olarak tanımlamak daha doğru olacaktır.”
Bu alıntıdan Marx’ın sınıf çatışmasını ağırlıkla üretim araçlarını elinde bulunduran burjuvazi ile “üretici sınıf” olarak belirlediği proletarya arasında görmekte, aradaki meslek sahibi ve statü olarak proletaryadan biraz daha yukarıda olan sınıfları Das Kapital adlı çalışmasında burjuva patronların kazançlarını meşru hale getirmek için oluşturdukları ideolojiyi temsil eden ve savunan ara sınıflar olarak görmektedir. Hatta bu ara sınıfları direkt üretim için çalışmayan “ücretli sınıflar” olarak belirlemiştir. Böyle olunca da nihai hedef üreten sınıfların üretim araçlarını ele geçirinceye kadar çatışmaya devam etmektir. Ara sınıflar ise toplumda burjuvazi ile iş birliği yapan kaypak ve çoğu kez mücadeleye ket vuran sınıflar olarak horlanmaya tabi tutulmalıdır. Doğrusu, iş pratiğe döküldüğünde Sovyetler Birliği’nde doktor, avukat, profesör ve yazarlar en alt düzeydeki proletarya ücretleriyle eşitlendiği için bu sınıflar içinde imkân bulabilenler yurtdışına kaçarak ülke ve rejimlerine ihanetle suçlanmışlardır.
Bu anlayışa karşın Durkheim ise konuya ve bu ara sınıflara çok farklı bir yaklaşım göstermektedir.
“Olgunluğu, olgun bir insan olmaya değil, üretmeye çalışan, belli bir iş edinip kendini ona adayan, üzerine düşen görevi yapan kişide buluyoruz. Bay Secretan'ın dediği gibi, " Yetkinleşmek, görevini bilmek, işini yapma yeteneğini elde etmektir. . . Yetkinliğimizin ölçüsü, artık kendimizi beğenmemizde, yığınların alkışlarında ya da bir özentilinin onaylayıcı gülümsemesinde değil, yaptığımız ve yapacağımız
işlerin toplamında bulunmaktadır. Bunun gibi eskiden yalınkat ve kişidenbağımsız olan ahlak ülküsü, gitgide türleniyor. Artık insanın yalnız genel olarak insan olmaya özgü nitelikleri değil, yaptığı işin gerektirdiği yetenekleri de edinmekle yükümlü olduğunu düşünüyoruz. Bu düşünceyi daha etkili biçimde duyuran bir olgu da eğitimin gittikçe daha çok uzmanlaşmakta olmasıdır. Bütün çocuklarımıza, sanki hepsi aynı yaşamı yaşayacaklarmış gibi tekdüze bir eğitim vermekten uzak durmamız, onları yerine getirmeleri istenecek olan değişik işlevlere göre yetiştirmemiz gerektiğini gittikçe daha çok anlıyoruz. Özetle, bu yönlerinden birinin gereği olarak, ahlaki vicdanın kesin buyruğu, şu biçimi alma yolundadır: Kendini, belli bir işi yararlı biçimde yapacak duruma getir.”
Durkheim’e göre eğer insan üzerinde çalıştığı işi uzmanlaşarak en iyi şekilde ve ahlaklı olarak yaparsa onu olgunlaştıracak şey budur. Yani insanın bir şekilde iş yapabilme yeteneğini geliştirmesi gerekmektedir. Eğitim yoluyla herkesin yeteneklerine göre yetiştirilerek toplum için faydalı olacak iş bölümünde yerini mutlaka alması gerekmektedir. Doğrusu bundan çıkarılacak sonuç, tek düze iş yapan bir insan yığınından yeteneklerine göre uzmanlaşmış insanların toplumsal iş bölümündeki rolleri çok daha önem taşımaktadır. Bu anlayışla ara sınıflar bir gereklilik olarak ele alınmaktadır. Bir bakış açısı ara sınıfları sınıf çatışmasında burjuvazi tarafında görürken diğer bakış açısı ise iş bölümündeki dayanışmanın olmazsa olmaz bir parçası olarak tanımlamaktadır. Tabiidir ki tek düze bir iş yapanla yeteneklerini geliştirerek uzmanlaşanlar arasında statü ve kazanç açısından farklılıklar oluşacaktır. Bazen kazanılan statü ekonomik kazançla ölçülmeyecek kadar değerli bir öneme sahiptir. Alınan eğitim ve kazanılan yetenekler daima ödüllendirilmeli, tek düze çalışan en alt sınıf insanları da mesleki gelişmeye özendirilmelidir. Bu nedenle toplum içinde mesleki statülerin (ya da ara sınıfların) oluşması mesleki hayatın olmazsa olmaz koşulları arasındadır.
1980’li yıllarda yapısal işlevselci bakış açısı kendisini daha belirgin bir şekilde ifade etmeye başlamıştır. Kingsley Davis ve Wilbert E. Moore toplumsal tabakalaşma ile ilgili olarak “toplumdaki bireylerin belirli pozisyonlara gelmek ve bu pozisyonların gerekliliklerini yerine getirmek için motive olmaları gerektiğini, bu motivasyonu sağlamak için de belirli yapısal düzenlemelere ihtiyaç duyulduğunu savunurlar. Yöneticiler ve üst düzey meslek sahipleri, meslekî bilgilerini edinmek ve şimdi bulundukları pozisyona gelmek için uzun ve zahmetli bir eğitim sürecinden geçmekte, zaman, emek ve para harcamaktadırlar, eğer bu pozisyonlar için yüksek maddi ve manevi ödüller sunulmazsa kimse bu zahmetli eğitim sürecine katlanmayacak, böylece bu pozisyonlar boş kalacak ya da daha az yetenekli ve becerikli olan bireyler tarafından tutulacak ve toplum en ideal şekilde yönetilmemiş, hatta toplumun devamlılığı tehlikeye girmiş olacaktır. Bu nedenle toplumda en becerikli ve yetenekli olanların en önemli görevlere yönelmesini sağlamak için hem yüksek ücretler gibi maddi hem de saygınlık, statü gibi manevi birtakım teşvik ve ödüller sunulmalıdır. Toplumsal tabakalaşmayı bu şekilde açıklayan Davis ve Moore böylece toplumsal eşitsizliğin toplum açısından işlevsel, bu nedenle evrensel olduğunu, her toplumda zorunlu olarak var olduğunu ve toplum tarafından üretildiğini savunurlar. Toplumsal eşitsizliğin, toplumda bireylerin saygınlık temelinde farklılaşmalarını sağlayan bir araç olduğunu ve bu eşitsizliğe dayalı olarak yapılaşan toplumsal tabakalaşmanın da etkili rol tahsisi ve performansı işlevinin yerine getirilmesini sağladığını düşünen Davis ve Moore böylece toplumsal eşitsizliği meşrulaştırmaktadırlar.”
Her iki alıntıdan da anlaşılacağı üzere toplumsal eşitsizliğe bakış farklılığı sınıfların olması ya da olmaması gerekliliği üzerinden ortaya çıkmaktadır. Sınıfları ortadan kaldırarak eşitlik sağlayacağını iddia eden çatışmacı sistem dünyada bir başarı sağlayamamış olduğundan sınıfların birbirleriyle uzlaştırılarak hem toplumun ayakta kalması hem de toplumsal ve mesleksel bir ahlak anlayışıyla sorunlara çare aranması söz konusudur. Mesleki işlev ve yetenek farklılıkları göz ardı edilerek sınıfsal adaletsizlikler ortadan kaldırılamamıştır. Sovyetler Birliğinde ara sınıfların toplumda en alt düzeydeki işçi sınıfıyla aynı
muameleyi görmesi bir süre sonra toplumu örgütlü bir toplum olmaktan çıkarmış ve zora dayalı kurallar bir süre sonra toplumsal sistemin çökmesini getirmiştir.
1920’li ve 1930’lu yılları boyunca sınıfçılığın yerine ikame edilen meslekçilik, farklı gruplar ve anlayışlarla ülke gündeminden hiç düşmemişti. Bu konu sanki aydın kesimin düşünce sistemini ele geçirmişti. Solidarist düşünce sisteminin öncülerinden Ziya Gökalp de cumhuriyetin kuruluşu arifesinde yazmış olduğu “Türkçülüğün Esasları” adlı kitabında milli dayanışma ve meslek ahlakı ile ilgili görüşlerini şu satırlarla vurguluyordu: “Her millet, içtimai taksim-i âmâl (toplumsal işbölümü) neticesi olarak birtakım meslek ve ihtisas zümrelerine ayrılır... Bu zümreler birbirinin lâzım ve melzumudur (Lüzumlu kılınmış) yek diğerinin yaptıkları hizmetler bu mütekabil muhtaçlıklarda bir nevi tesanüd (dayanışma) değil midir? Bu nevi tesanüdün kuvvetlenmesi için, evvela taksimi âmalin ancak müşterek vicdana malik bir cemiyet dahilinde vukua gelmesi şarttır... Bu nevi tesanüdün kuvvetlenmesi için, ikinci şart da meslek zümrelerinin bütün memlekete şâmil milli teşkilâtlar halinde taazzisinden (şekillenmesinden) sonra, her meslek zümresinde mesleki bir ahlâkın teessüs etmesidir.”
1907 yılında girdiği İttihat ve Terakki Partisinde solidarizm tartışmalarının içinde bulunmuş olan Mustafa Kemal Atatürk de daha Çanakkale savaşı sırasında okuduğu Alfred Fouilee, ve Leon de Borgeois’in kitaplarından etkilenmiş ve kafasında Fransız solidarizmini bir Türk sentezi haline getirmişti. Nihayetinde 1931 seçimleri öncesi yayınladığı, toplumsal sınıfları yadsıyan, çalışma zümreleri ya da mesaî erbabını benimseyen bildirisi Gökalp’in sınıf yerine meslek zümrelerini öneren yukarıdaki satırlarını anımsatmaktadır. Atatürk’ün bu bildirisi 1931 Cumhuriyet Halk Partisi programında halkçılık ilkesi olarak benimsenmiştir. Parti programına konulan madde aynen şu şekildedir:
Halkçılık Md. 5/C; Türkiye Cumhuriyeti halkını ayrı ayrı klaslardan karışık değil, fakat ferdi ve sosyal hayat için, iş bölümü bakımından türlü hizmetlere ayrılmış bir sosyete saymak esas prensiplerimizdendir, çiftçiler, küçük zanaat sahipleri, esnaf ve işçilerle özgür ertik (serbest meslek) sahipleri endüstriyeller (sanayiciler), tecimerler (tacirler) ve işyarlar (memurlar) Türk ulusal kuramının başlıca çalışma örgenleridir. Bunların ise birinin çalışması, öbürünün ve kamunun hayatı ve gençliği için bir zorağdır. (zorunluluktur) Partimizin bu prensiple amaçladığı gaye, klas kavgaları yerine sosyal düzenlik ve dayanışma elde etmek ve asığlar (çıkarlar) arasında, birbirlerine karşıt olmayacak surette uyum kurmaktır. Asığlar kapasite ve çalışma derecesine göre olur.”
Cumhuriyet kurulduktan itibaren eşitlik anlayışı sembolik alana da yansımıştı. Her türlü lakap kaldırıldı. Bundan böyle paşa, bey, efendi ve benzeri atıflarda bulunulmayacak, bay ve bayan tek hitap şekli olacaktı. Ayrıca devlet ricali el öptürmeyecek, tokalaşmakla yetinecekti. Artık Osmanlının geleneksel hiyerarşik sembolleri cumhuriyetin eşitlikçi normlarıyla yer değiştirecekti.18 Böylelikle gereksiz unvan hiyerarşisi kaldırılmak suretiyle büyük ölçüde işçi sınıfıyla ara sınıflar arasında çatışma olması engelleniyordu. Keza fes ve kavuk gibi dini simgelerin yasaklanarak şapka ile ikame edilmesi de toplum sınıf ve statülerinin eşitlenmesine yönelikti.
Son olarak kanaatimiz bize Marksist sınıf anlayışıyla Durkheim’in tabakalaşma anlayışına dayalı Atatürk’ün “sınıfsız toplum” özleminin izah edilemeyeceğini, hatta anlamanın dahi mümkün olamayacağını söylemektedir. Farklı bir ekol kendi penceresinden belki başka ekolleri eleştirebilir ancak karşıt ekolün ne olduğunu izah edemez.
Kemalist bir “sınıfsız toplum” özlemiyle…
Faik Kurtulan