Çok kıymet verdiğim hocalarımdandı ve derslerinde, deneyimleri ışığında aktüel konulara da yer yer değinir; sorularımıza açık yüreklilikle cevap verirdi.
Daha önce ÖSYM başkanlığı ve Türkiye Atom Enerjisi Kurumu başkanlığı da yapmış değerli bir yönetici olması, nükleer enerji teknolojileri ve radyasyon fiziğinin yanı sıra ilgili konulardaki politikalara kadar sohbetler genişlerdi.
Az sayıda doktora öğrencisiyle yapılan dersleri odasında işlerdik. Gazi Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Laboratuarları için inşa edilmiş olan binanın odalarında iki duvar yanında karşılıklı uzanan sabitlenmiş tezgahlar üzerinde lavabolar ve bol miktarda elektrik prizi vardı. Fakat Prof. Dr. Atilla Özmen hocanın odasında o uzun sabitlenmiş tezgah üzerinde tasnif edilmediği izlenimi veren yılların birikimi kitaplar vardı. Kendi çalışma masası da bir o kadar yoğunluk içindeydi. Hocanın en rahat erişebildiği şey ise piposuydu ve yaktığında kokusundan hocanın nerede olduğu kolaylıkla anlaşılırdı.
Çalışma masasının önünde ise bir yabancı diplomattan uygun fiyata aldığı ve oldukça sağlam oturma grubunda yerimizi alır dinlerdik. Atilla Hoca çok zekiydi, bu yüzden tanıştığı kişileri unutmazdı. Kahramanmaraş’ın Göksun’dan çıkıp İngiltere’de üniversite öğrenimini tamamlamış, geniş vizyonu olan bir akademisyendi. Sohbetlerinde düşüncesini kısa ve net biçimde ifade ederdi. Konuşmalarında ve tartışmalarında son derece demokrat birisi olmasına karşın yine de onu dinleyen öğrenciler – her ne kadar çoğu kez saygıdan olsa da – münakaşa etmekten çekinirlerdi. Onu tasdik etmeyi tercih ederlerdi.
Bir keresinde konu “Köy Enstitüleri”ne gelmişti. Atilla Hoca “Köy Enstitülerinin köy çocuklarını köye mahkum eden” kurumlar olduğuna dönük değerlendirmelerde bulunmuştu ve büyük oranda da kendisini haklı çıkartacak argümanları vardı. Bense itiraz etmiş; “Köy Enstitülerinin köy çocuklarının çıkış kapısı” okullar olduğunu iddia etmiştim. Benim de haklı gerekçelerim ve destekleyici pek çok örnek verebilme imkânım vardı…
Tarım toplumundan modern topluma geçişi çok büyük oranda ıskaladığımız ve adeta yok olmama mücadelesi vererek yeni bir devlete dönüştüğümüz son yüz yıl içerisinde elbette gözden geçirilmesi ve yeniden üzerinde düşünülmesi gereken pek çok konu var. Her alanda olduğu gibi hatta özellikle eğitimle ilgili konularda bitmesini bekleyemeyeceğimiz ama sürekli tartışmak zorunda olduğumuz pek çok konu var. Eğitime ilişkin problemleri görmezden gelerek yol gitmek doğru olmaz.
Gezegenimizin en stratejik ve en kritik sayabileceğimiz geniş coğrafyalarında etkin Osmanlı Devleti’nden, daha dar bir coğrafyaya Anadolu’ya çekilerek hayatta kalmayı başardığımız Türkiye Cumhuriyeti’ne geçişte çok nüfus kaybı yaşadık. Kurtuluş Savaşı öncesinde başlayan nüfus kaybı hızla devam etmiş ve ülke nüfusu 13 milyon civarına kadar gerilemişti.
Halen tarım toplumu özellikleri içerisinde olan halkın dörtte birinden daha azı şehirlerde yaşıyordu. Köylerde yaşayanlar çok fazlaydı ve pek çok temel sorunla baş etmek durumundaydılar. Üstelik çoğunluğu da çocuk, kadın ve yaşlılardan oluşuyordu. Hatta savaşların etkisiyle yaralı ve desteğe muhtaç gaziler de az sayılmazdı.
O günlerde başlayan şehir nüfusunun arttırılması stratejisi bugünlerde de devam eden şehirlere yığılma sonucunu doğuracak kadar etkili olmuş olabilir. Fakat o günlerde ekonomik hayatın iyileşmesi, daha ziyade tarımla ilgilenecek kişilere bağlıydı. Etkin ve nitelikli üretim için hem daha fazla nüfusa ihtiyaç vardı, hem de iyi eğitilmiş insana.
İşte böylesi bir ortamda eğitime ilişkin düşünülen kararlar geciktirilmezdi, hayata geçirilmeliydi. Türkiye'de ilköğretim oranı, yakalamak zorunda olduğumuz Avrupa devletlerine kıyasla oldukça düşüktü. Cumhuriyet’in ilanından sonra 1930'lara gelindiğinde dahi nüfusun yüzde doksanı okulsuzdu. Köylerde öğretmen yoktu. İlköğretime ağırlık verilmesi ve teşvik edilmesi gerekiyordu.
Köylere yönelik bu önemli ihtiyacın giderilmesi için “Köy Enstitüleri” fikri ortaya çıktı. Aslında 20. yüzyılın başlarında, Osmanlı dönemine değin uzanan bir anlayışla, köylere öğretmen yetiştirmek amacıyla 1927'de Köy Muallim Mektebi (Köy Öğretmen Okulu) ve 1936'da Köy Eğitmen Kursu hayata geçirilmişti fakat bunlar yeterli gelmemiştir. Hem nitelik hem de nicelik olarak yeni girişimlere olan ihtiyaç orta yerde duruyordu.
Aslında bu ihtiyaç öteden beri devam ediyordu. Tanzimat Fermanı 1839'da ilân edildikten sonra ortaöğretim kurumu olarak Rüşdiyeler (Mekâtib-i Rüşdiye) aktif hale getirilmişti. Osmanlı Döneminin son yüzyılı içerisinde açılan orta öğretim kurumları, 1845 yılında alınan batılı tarzda yeni eğitim sistemi kurulması kararıyla sıbyan mektebi, rüşdiye ve Dârülfünundan meydana gelen üç kademeli eğitim sistemine geçilmesi, daha sonra hızla yaygınlaşan bu okullar için öğretmen ihtiyacının giderilmesi önemli bir konu olarak hep vardı.
Günümüzde Türkiye’de öğretmen okullarının kuruluş tarihi olarak kutlanan “16 Mart”, o zamanlar Rüştiyelere öğretmen yetiştirmek üzere 16 Mart 1848 tarihinde ilk “Öğretmen Okulu” kurulmasına dayanır. Dârülmuallimin okulları, bünyesinde ilk, orta ve liselere öğretmen yetiştiren yüksekokula dönüşerek Cumhuriyet Dönemi’ne kadar varlığını sürdürmüştür. Ancak o zaman içerisinde eğitimin tüm kademelerine yönelik öğretmen yetiştirme çabaları olduysa ve kısmen bir kurumsallaşma yaşandıysa da dünyada yaşanan hızlı değişim karşısında bu atılan adımlar yeterli gelmemiştir.
Gelişen batı dünyasındaki uygulamalar ve deneyimler ışığında 1937'de “Köy Enstitüleri” hayata geçirilmiş ve 17 Nisan 1940 günü kuruluş kanunu olan “Köy Enstitüleri Kanunu” çıkarılarak yasal zemine oturtulmuştur.
Yeni ve gelişime açık bir anlayışla müfredatın içeriği zenginleştirilmeye açık tutulan Köy Enstitüleri yaygınlaştırılarak takriben 10 yıl içerisinde sayısı 21'e çıkartıldı. Bunlardan ilk sıradakiler 1937’de açılan İzmir Kızılçullu ve Eskişehir Çifteler’dir. Ülkenin farklı bölgelerine ulaşılarak ve şehir dışında tarıma uygun devlet arazisi üzerinde, köylere yakın yerlerde kurulmasına dikkat edilerek planlanan enstitülerin kuruluş tarihine göre diğerleri ise 1938 yılında açılanlar Kırklareli Kepirtepe ve Kastamonu Gölköy, 1940 yılında açılanlar Malatya Akçadağ, Samsun Akpınar, Antalya Aksu, Kocaeli Arifiye, Trabzon Beşikdüzü, Kars Cılavuz, Adana Düziçi, Isparta Gönen, Kayseri Pazarören ve Balıkesir Savaştepe, 1941 yılında açılanlar Ankara Hasanoğlan, Konya İvriz, Sivas Pamukpınar, 1942 yılında açılan Erzurum Pulur, 1944 yılında açılanlar Diyarbakır Dicle ve Aydın Ortaklar, 1948 yılında açılan Van Ernis’dir.
Genel kültür, tarım ve teknik derslerin ağırlıkta olduğu, yaparak ve yaşayarak öğrenmenin etkin çalışma örneklerinin sergilendiği Köy Enstitülerinin en verimli dönemi olarak 1940-1947 yılları anılır.
Mezunları, gittikleri okullarda sınıf öğretmenliği görevlerinin yanı sıra, köylülere tarımsal ve teknik konularda rehberlik etme misyonu da üstlenmişti. Ayrıca halka yönelik yeni devlet ideolojisini benimsetme çabaları da vardı. Değişen dünya dengelerinin de etkisiyle Türkiye’de de yaşanan siyasi görüş ayrılıkları ve ideolojik çalkantılar içerisinde Köy Enstitüleri’nin kurucu heyeti de payına düşeni almıştır. Solculukla suçlanmalarından ve siyasi nedenlerden ötürü görevlerinden ayrılmış olan kurucu heyet etkisiz kaldıktan sonra Köy Enstitüleri “sağ-sol” çatışmasının ana mevzusu haline gelmiştir. Sürekli eleştirinin odağında kalan enstitülerin müfredatlarında, öğrenci ve öğretmenlerinde 1950 yılındaki hükümet değişikliğiyle birlikte yeniden yapılanmaya gidilmiştir.
Köy Enstitüleri kuruluşundaki özelliklerinden uzak, farklı biçimiyle 1954 yılında kapatılarak Sınıf Öğretmeni yetiştiren okullara dönüştürülmüştür. Geçen 100 yılı aşkın süre içerisinde Türkiye’de ilkokullara öğretmen yetiştirmenin kaynağı, Köy Eğitmen Kursları, İlköğretmen Okulları, Köy Enstitüleri, İki Yıllık Eğitim Enstitüleri ve günümüzde de Eğitim Fakülteleri olagelmiştir. Öğretmen yetiştirilmesi ile ilgili sorunlar pek çok yönüyle halen tartışılmakta olup bu tartışmanın devam edeceği de görünüyor.
Köy Enstitüleri, Anadolu'nun kırsal kesiminde, nüfusun yoğun olduğu dönemlerde, okul ve öğretmen eksikliğinin yüksek olduğu zamanlarda ilkokul mezunu, zeki köy çocuklarını yetiştirip sonra da yeniden köylerde öğretmen olarak çalışmalarını sağladığı doğrudur ve yerinde olmuştur.
Öğretmenlerin yükseköğretimde yetiştirilmeye başlanmasının ardından lise dengi ilk öğretmen okulları 1974 yılında kapatılıp iki yıllık eğitim enstitülerine ve daha sonra 1982 yılında alınan kararla iki yıllık eğitim enstitüleri eğitim yüksek okuluna dönüştürülerek eğitim fakültelerine bağlandı, akabinde de 1989 yılından itibaren eğitim yüksek okulları dört yıla çıkartıldı.
Dönüp baktığımızda 175 yıllık öğretmen yetiştirmeye ilişkin birikim içerisinde en çok Köy Enstitüleri’ni hatırlıyor ve konuşuyorsak bir şeyleri ıskaladığımızı, oralarda bıraktığımızı da düşünmeliyiz. Belli ki, o gün var olan ama bu gün halen olmayan bir şeyler var. Bütün ideolojik ve siyasi kavgalardan uzak bir bakışla bugüne ışık tutacak bir şeyleri oralarda bulabiliriz.
Halen çok temel konularda anlaşılamayan noktalar var. Her meslekten kişilerin öğretmenliğe kolayca atanmış olmasını anlayabilmiş değiliz mesela. Öğretmenlik herkesin yapabileceği bir meslek midir? Eğitim konusu toplumun bütün kesimlerinin ortak meselesidir, hafife alamayız.
Köy Enstitüleri’nin kazandırdığı insani değerleri de bilmek lazım. O kurumların nasıl bir değişime uğrarsa uğrasın devamında verdiği eğitim biçimlerinden mezun olanlarda da harika bir aidiyet bilinci var. Hangi dünya görüşüne sahip olurlarsa olsunlar, memleket meselelerine, çevreye, ortak kullanım alanlarına ve insani değerlere duyarlıdırlar. Genelde böyledirler.
Köklü geleneği olan “Köy Enstitüleri”nin devamı niteliğindeki öğretmen lisesi mezunu olan birisi olarak söyleyebilirim ki buralardan mezun olan hemen herkesin, hangi işi yaparsa yapsın eğitime, öğretmenliğe ve toplumsal konulara duyarlılığı yüksektir. Kuruluşundan kapatılışına değin Köy Enstitülerinin yetiştirdikleriyle sosyal, ekonomik ve siyasi yelpazede tesiri yıllarca hissedilmiştir. Doğrudan ve dolaylı doğurduğu etkileriyle kendinden hep söz ettirmiştir.
Mezunları dönem dönem bir araya gelirler ve hatıralarını yaşatmaya çalışırlar. Her bir mezunu için doğdukları muhitin dar coğrafyasından bütün dünyaya açılan adeta bir kutsal kapı olarak görülür. Her biri, o kurumlar için bir şey yapmak ister. Yapamaz ise bulunduğu yerde ülkesi için bir şeyler yapmak ister. Böyle teselli bulurlar. Aileden uzak bir hayatı birlikte paylaşan bu insanlar, o okulların kıymetini en iyi bilenler ve geleneğine saygı duyanlardır.
Bu kurumlar öyle bir gelenek oluşturmuş ki mezunları okullarına karşı vefalıdırlar. Mesela Kayseri’nin kırsalında çerçilik yapan bir babanın, Çerçi Halil’in 7 çocuğundan bahsedeyim. Bu kardeşlerden 6’sı öğretmen olmuştur. Bir kız kardeş, Kilis Öğretmen Okulu mezunudur. Diğer 5 tanesi, Pazarören mezunu öğretmen kardeşlerdir. Bir tanesi Milli Eğitim Bakanlığı Bürokratlarından İhsan Yalçınkaya’dır. Yazılarıyla ve özverili çabalarıyla işine değer katmaya çalışan birisi olduğuna şahidim. Ağabeylerinden birisi ise TECO petrollerinin sahibi Mustafa Yalçınkaya’dır.
Girişimci ve iş adamı Mustafa Yalçınkaya 1965’de Pazarören’den mezun olduktan sonra Çapa Fen Fakültesine giderek Fizik Öğretmeni olur. Aslında “çekirdekten” bir öğretmendir. Şimdilerde yaptığı güzel bir iş var. Pek çok Anadolu insanının çocukluğunun geçtiği ve her ziyaret edişlerinde hatıralarının canlandığı “Pazarören Köy Enstitüsü”nün ilk yapılarından ayakta kalanlarından Ana Derslik Binasının aslına uygun biçimde korunması için restorasyonunu üstlendi. O binada en son eğitim alanlardan birisi de bendim. Henüz 11 yaşımda ve okulun en ufak öğrencilerinden birisi olarak girdiğim o binada ortaokul birinci sınıfta kısa süreliğine de olsa okumuştum. Hayırsever Mustafa Yalçınkaya’nın bu binayı yaşatma çabası güzel bir vefa örneğidir, hepimiz için değerlidir. Kendisi yedi kardeşin altısının bu okulda parasız yatılı olarak okuduğunu hatırlatarak Devlete karşı bir borç ödemesi olarak gördüğü bu girişimiyle hepimize de örnek oluyor. Kendisinin eğitim başta olmak üzere pek çok konuda Pazarören ve yöresi için çabalarının devam edeceğine inanıyoruz.
Her ne kadar öğretmen okullarının kuruluş günü gibi Köy Enstitülerinin kuruluş günü için “18 Nisan da geçti 16 Mart gibi…” desek de eğitimi ve eğitimin aktörlerini, mevcut sistemi az konuşup üzerinde toplum olarak az durduysak da milletimize ve insanlığa dair içimizdeki ortak dert, gönlümüzdeki güzel duygular, zihnimizdeki doğru düşünceler hiçbir şeyin geçmediğini ve halen yapılabilecek pek çok şeyin olduğunu söylemeye devam ediyor…
Mustafa Böyükata
Yozgat Bozok Üniversitesi Öğretim Üyesi