Çocukluğumun en renkli köşelerinden biri anneannemin köy evinin avlusuydu. Çeşit çeşit ağaçlar, bir köşesi ocak, diğer tarafı ise geceleri bir şeyler tarafından ısıralacağımı düşünerek korkarak girdiğim tuvaletti. Bayramlarda ve düğünlerde o avluyu cıvıl cıvıl doldururduk. Şehirdeki tüm kuzenlerim benim gibi gelmiş ve köyün tadını çıkartıyor olurdu.
Yemek yerken “şehir ekmeği istiyorum” diye zırlamayan tek çocuk ben olurdum. Gırcır böceği yakalama yarışına girmeyen tek çocuk da bendim. O zamanlar gerçek adının cırcır veya ağustos böceği olduğunu bilmiyordum. Adının ağustos böceği olduğunu öğrendiğim zaman hafızamı zorlayıp –Sadece ağustos ayında mı çıkıyordu?- diye düşündüğüm çok olmuştur.
Kuzenlerimin kendi kendilerine uydurdukları bu oyun beni üzerdi. Yakaladıklarında öldürmezlerdi ama oyun bitene kadar bir kutuya kapatırlardı, en son sayım yapıldıktan sonra serbest bırakılırlardı. Yakalandıklarını anlayınca sesi solukları kesilir, sanki bir suç içlemiş gibi ötmez, başına gelecekleri beklerlerdi. Hepi topu bir iki hafta olan ömürlerinden çalınır özgürlüklerinden olurlardı. Sanki tıpkı benim gibilerdi, çok severdim gırcır böceklerini.
Ailem beni normal bir okula yollamak isterken, ben yatılı hemşirelik okuluna gitmek istiyordum. Çünkü beyaz kıyafetleri ve üzerindeki siyah pelerinleriyle kanatları olan melek gibiydi hemşireler. Sanki ruhları da bedenleri de hep tertemizdi, özgürlerdi ve hep mutlu olduklarını düşündürtürdü gülen yüzleri.
Eğer gırcır böceği gibi susmaya devam edersem hayalim suya düşecekti. Kutudan bir gırcır böceğini elime alıp bütün kalabalığın içerisinde babamın karşısına geçtim.
-Baba şunun kanatlarının güzelliğine bak.
-Evet, kızım biliyorum çok güzel.
-Ben de böyle kanatlarım olsun istiyorum. Melek gibi olup insanlara yardım etmek istiyorum.
-Ne diyorsun yavrum sen?
-İzin verin hemşirelik okuluna gideyim.
Babam gülümseyerek kabul etti ve hemşire oldum. Gırcır böceğinden aldığım cesaretle meydan okuyuşum ailemin çok hoşuna gitmişti. Adımın yerine çoğu zaman alay ederek –gırcır- kelimesini kullansalar da kanatlarımın sesini susturamamışlardı. On üç yaşımdaydım, elimdeki gırcır böceğiyle aynı yaştaydım.
O günkü cesaretli duruşumdan hiç vazgeçmedim ve nerde gırcır böceği sesi duysam görmesem de durup ağaçlara selam verdim. “Hoş geldin ve güle güle” dedim.
Yıllar geçti,1980 yılının ihtilali sonrasından sıkıyönetim zamanlarıydı. Onlarca köy sokak mahalle gezmiş, sayısını tam bilemediğim bir sürü çocuğun ilk nefesine ilk sesine şahitlik etmiştim, hepsi aynı la notasıydı. Eşim askerlik şubesinde başçavuştu. Görevi günlük gazeteleri okumak ve izin kâğıdı vermekti. O günlerde ilçe ve il dışına izin kâğıdı olmadan çıkılmıyordu. Gece 12.00 den sonra ise sokağa çıkma yasağı uygulanıyordu. Eşim bana derdi ki “Acil bir durum olursa önce bana gelip izin kâğıdı al. Eğer yakalanırsan gelip seni kurtarmam, karakolda kalırsın. Sonra yok ben başçavuşun hanımıyım falan deme sakın.”
O gün beni roman mahallesinde bir doğuma çağırdılar gittim. Kızın ilk doğumu olacaktı ve psikolojisi bozuktu. Ne yatağa yatıyor ne de kendini muayene ettirtiyordu, ailesi de ben de ikna edemiyorduk. Gerilmiştim, çocuğu ve anneyi kaybetmekten korkuyordum. Ailesine hastaneye götürmemiz gerektiğini söyledim, paldır küldür arabaya bindik. Son model olan araçta dayısı ve yengesi de vardı. Kürklerini giydiler ve yola çıktık. Ben ise kucağımda doğum çantam ve beyaz hemşire kıyafetim üzerine siyah kanatlı pelerinim.
İlçeye doğru girişin sol tarafında polis karakolu vardı. Ben onu unutmuştum çünkü kıza çok sinirlenmiştim. Oysa bacağını bir açsa doğumu yaptırtacaktım. Karakolun önünde bizi polisler durdurdular.
-Nereden geliyorsunuz?
-Köyden geliyoruz.
-Karakola geleceksiniz, ifadenizi alacağız.
-Yavrum bak kızcağız doğuracak o yüzden yola çıkmak zorunda kaldık. Biriniz önümüze ya da ardımıza düşün hastaneye götürelim yatıralım. Sonra bize ne yapacaksanız yapın.
Arkadan bir polis gelip eğilerek bana baktı ve seslendi, sesimden tanımış.
-Yenge!
-Efendim oğlum?
-Yenge sen başçavuşun hanımı değil misin?
-Evet
-İzin kâğıdı almadın mı?
-Valla oğlum durum çok acildi aklıma gelmedi, apar topar yola düştük.
Amirine yönelerek konuşmaya başladı. -Komiserim ben yengeyi tanıyorum. Askerlik şubesinden başçavuşun hanımıdır.
Doğum acil olunca izin kâğıdı almayı unutmuşlar.
-E bana söylemedi ki kim olduğunu.
Dişi cırcır böceği gibi pelerinimin kanatları altında sesim kesilmişti.
Polisler önde biz arkada hastaneye kadar gittik. Hastayı hastane doktorlarına emanet etmek zorunda kaldım. İlk defa bu kadar yakınında olduğum bir bebeğin ilk sesini duyamayacaktım. Hoş geldin ve güle güle diyerek içimden selamladım.
Hastayı yatırdıktan sonra dönüşte polis karakolunun önüne geldik. Polis bize “gidebilirsiniz” dedi.
-E bizi ifadeye almayacak mısınız?
-Yenge git.
Bu yaşadığım olayı eşime anlatmamıştım, çünkü anlatırsam uyarmasına rağmen böyle davrandığım için bana kızacağını biliyordum. Günler sonra bir gün eşimle çarşıda alışveriş yaparken o gün bana –yenge- diyerek seslenen ve yardımcı olan polisle karşılaştık.
-Abi yenge o gün çok zor durumdaydı. Senden ne kadar çok korktu.
-Ne oldu ki?
Eşim hiçbir şey anlamamıştı. Polis de benim ona anlattığımı sanıyordu. Cevap verdim. -Önemli bir şey değil. Doğum çok zordu.
-Yok, yok öyle değil. Yenge izin kâğıdı olmadan ilçeye gelmiş, bizimkiler de durdurmuşlar. Allahtan ben yengeyi görünce tanıdım yoksa işleri zordu. Hastayı hastaneye götürüp yatırdık, sonra ben onları ilçe dışına kadar götürdüm.
Eşim o gün hiç sesini çıkarmadı, sonrasında da bana hiçbir şey söylemedi. Haftalar sonra bir gün personel arkadaşlarla bir yemekteydik. Durduk yere “Sizin hanımlar da polislere yakalanıyor mu?” dedi. Olduğum yerde donup kaldım ve ne diyeceğimi bilemedim. Hep beraber güldüler. Sonra bana “ Neden söylemedin?” dedi.
-Nasıl söyleyeyim, söyleyemezdim.
Evliliğimizin 17. yılıydı, bir gırcır böceğinin hayatı kadardı. O gün, dişiler ses çıkarmazsa erkeklerin sesinin yüksek olacağını anlamıştım. Onca yaşananlar arasında unutulan çok önemli bir şey vardı oysa ben hayat kurtarmıştım. Daha sonrasında haklı olduğum hiçbir olayda korkmadım ve susmadım. Adımın Elçin olması demek ki tesadüf değil, kaderdi.
AYLİN KOÇ