Afrika kıtası uzun yıllar, hatta yüzyıllardır bilinçli ve planlı bir şekilde emperyalist ülkeler/devletler tarafından sömürüldü. Ne yazık ki, ‘’kara kıta’’ günümüz yüzyılında da farklı şekillerde ve biçimlerde sömürülmeye devam ediyor, edecek gibi de gözüküyor. Afrika’nın sadece yer altı ve yer üstü zenginlikleri sömürülmekle kalınmadı, kıtanın birde insani boyutu var ve burası geçmişten günümüze - iğrençliklerle - kıyıma uğratıldı. Nihayetinde tarihsel bir perspektiften bakıldığında Afrika’yı her şeyi ile talan ettiler ve bunu daha çok ‘’Batı’’ uygarlığı gerçekleştirdi, şu anda yaptıkları zulümle yüzleşiyor - gibi - olsalar bile, maalesef inkâr politikaları da sürüyor.
Türkiye Cumhuriyeti’nin Afrika politikası ise genel itibariyle İkinci Dünya Savaşı sonrasında şekillenmiştir ve ilerleme sağlamıştır. Keza Türkiye’nin kuruluşu ile birlikte yeni bir ülke olduğu düşünüldüğünde iç politika’nın daha fazla ön planda olması kadar doğal bir şey olduğu söylenemez. Her ne kadar 1930’lardan sonra ‘Türk Dış Politikası’ komşularla ve bölgesel anlamda iyi niyet çerçevesinde ilerlemiş olsa bile, bu tam anlamıyla ‘’kıtalararası bir siyaset’’ ilişkisine indirgenemez. Dolayısıyla Türkiye’nin kuruluşuna müteakip izlediği temkinli bir dış politika mevcuttu, İkinci Dünya Savaşı sonrasında oluşan ideolojik kutuplaşma nedeniyle mecburi olarak ‘Batı Bloğu’nun bir parçası konumundaydı. Afrika’da yer alan ülkelerin dış politikasında bu ideolojik kutuplaşmanın dışında atmış olduğu adımlar karşısında da temkinli bir yaklaşım sergileyen bu politika, Türkiye-Afrika ilişkilerinin tesis edilmesini sağlayacak iken, aksine sürecin bozulmasına neden olmuştur. Bu sürece ‘’dekolonizasyon’’ denilmiştir ve Türkiye-Afrika ilişkileri 1955’te ‘Bağlantısızlar Hareketi’nin ilk uluslararası konferansının gerçekleştiği Endonezya’da bozulmaya başlamıştır.
Türkiye’nin Soğuk Savaş Döneminde de ister istemez ‘’Batı’’ ittifakında yer almasından dolayı, 1960’tan 1990’lara kadar Afrika’daki ülkelerle ilişkilerinde büyük bir aşama kaydettiği görülmez. Türkiye, Fas’ın bağımsızlığı konusu gündeme geldiğinde, Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulunda ertelenmesi yönünde tavır takınmıştır. Tunus’un bağımsızlığı konusunda da Fransa ile aralarında bir iç sorun olduğunu söylemiştir, keza aynı şekilde Cezayir’in de bağımsızlığı söz konusu olduğunda yine Fransa ile iç sorunları olduğunu vurgulamıştır. Bunlardan hariç olarak, Ruanda ve Urundi’de gerçekleşen seçimlerin bağımsız ve tarafsız olduğu konusunda çekimser kalmıştır, hatta Moritanya’nın bağımsızlığı konusunda da sessiz kalmıştır. Zira Angola konusunda da Türkiye’ye ‘’NATO müttefikleri ile birlikte’’ hareket edilmesi talimatı verilmiştir. Ve kıta Afrika’sının önemli bir sembol kişiliği olan Nelson Mandela’nın özgürlüğüne kavuşturulmasına yönelik BM Genel Sekreterine sunulan mektuba imza atmaktan imtina etmesini de tüm bunlara ekleyebiliriz.
Türkiye’nin Afrika ülkelerine karşı izlediği dış politika anlayışının sonucu olarak, 1960’lı yıllardan 1990’lı yılların sonuna hatta 2000’li yılların başına gelinceye kadar, Türkiye’nin kıta ülkeleriyle ilişkileri asgari düzeyde kalmıştır. Ne var ki, Türkiye’nin Afrika’ya duyduğu ilgisizlik ve kıtadaki ülkelerle ilişkilerinin izlediği inişli çıkışlı seyir, 1990’lı yılların sonu ve 2000’li yıllarla beraber önemli ölçüde değişim göstermiş ve özellikle 1998 yılında “Afrika’ya Açılım” politikası çerçevesinde kıtadaki ülkelerle ilişkiler yeni bir boyut kazanmaya başlamıştır. Türkiye’nin ‘Afrika’ya Açılımı’nın kısa dönemli bir eğilim olmadığı, aksine zamanla daha da gelişeceği ve derinleşeceği düşünülmüştür. Günümüzde bizzat dışişlerinin üst düzey görevlileri tarafından, Afrika kıtasındaki ülkelerle ilişkilerin geliştirilmesinin dış politikamızdaki çok boyutluluğun bir gereği olduğu belirtilmektedir. Hakeza uzun yıllar ihmal ettiğimiz bu ülkelerle sadece siyasi ve ekonomik alanda değil, aynı zamanda kültürel ve askeri alanda da ilişkilerimizi geliştirme yolunda “ani” denilebilecek bu adımların atılmaya başlamasının ardında daha başka nedenlerin de olduğu malumdur. Türkiye’nin Afrika’ya ve kıtadaki ülkelere yönelik ilgisinin altında; kısa, orta ve de uzun vadeli stratejisi yatmaktadır.
Türkiye’nin 2000’li yıllarda Afrika’ya ve ülkelerine yönelik açılımı, Afrika ülkeleri nezdinde bulmuş olduğu olumlu karşılık ile pekişmiştir. Nitekim Türkiye’nin Afrika’daki diplomatik temsilcilik sayısını artırdığı gibi Afrika ülkeleri de Türkiye’deki temsilcilik sayısını artırmıştır. Türkiye ile Afrika ülkeleri arasındaki karşılıklı üst düzey ziyaretlerin sonucu olarak, 2002 yılında sadece 12 Büyükelçiliğimiz bulunan Afrika’da faaliyet gösteren Büyükelçilik sayımız 2022 yılında 44’e yükselmiştir. Öte yandan, Afrika ülkeleri de ülkemizin ilgisine kayıtsız kalmamış, 2008 yılının başında 10 olan Ankara’daki Afrika Büyükelçiliklerinin sayısı 38’e çıkmıştır. Bu bağlamda, Sahra altı Afrika (SAA) ülkeleriyle ilişkilerde pek çok alanda önemli mesafe kat edilmiştir. Türkiye’nin 2005 yılında ‘Afrika Birliği’ne (AfB) gözlemci üye olması ve 2008 yılında AfB tarafından stratejik ortak olarak ilan edilmesiyle birlikte, ivme kazanan çok boyutlu bir Afrika açılım politikası gerçekleşmiştir. Bu süreç kapsamında ise bölge ülkeleriyle başta siyasi ilişkiler olmak üzere ticaret, yatırımlar, kültürel projeler, güvenlik ve askeri işbirliği ve kalkınma projeleri gibi birçok alanda hızlı ilerleme sağlanmıştır. Başarıyla tamamlanan Afrika’ya açılım politikası yerini 2013 yılı itibariyle Afrika ortaklık politikasına bırakmıştır. Kamu kurumları, özel sektör, sivil toplum kuruluşları ve insani yardım örgütlerinin faaliyetlerini kapsayan bütüncül bir anlayışın ürünü olan Afrika ortaklık politikasıyla kıta’nın barış ve istikrarı ile ekonomik ve sosyal kalkınmasına katkıda bulunmayı, ayrıca ikili ilişkileri eşit ortaklık ve karşılıklı yarar temelinde geliştirmeyi amaçlamıştır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin girişimci ve insani dış politika misyonu ile hareket eden TİKA’sı, 60 ülkede 62 ofisi ile dünyanın dört bir tarafında; eğitim ve sağlık altyapılarına, üretim sektörlerinden kültürel mirasın korunmasına kadar çeşitli alanlarda, yılda iki bine yakın proje ve faaliyet gerçekleştirerek sürdürülebilir kalkınmanın, tüm coğrafyalara yayılmasını amaçlamaktadır. Stratejik ortaklık gereği kalkınma iş birliği alanında da TİKA’nın Afrika’daki faaliyetleri giderek artmaktadır. Afrika’daki ilk ofisini 2005’te Etiyopya’da açan TİKA, 15 yıl gibi kısa bir sürede ofis sayısını 22’ye yükselterek 54 Afrika ülkesinde faaliyet gösterir hale gelmiştir. Afrika’nın, dayatılan gündemlerin parçası olmasından ziyade kendi hikâyesini ortaya koymasını temin için TİKA, önceliği insana veren, ihtiyaç odaklı ve çok yönlü kalkınma yaklaşımı izlemektedir. Bu amaçla, sosyal ve beşeri kaynakların geliştirilmesi, idari mekanizmalarının ve kurumsal altyapıların güçlendirilmesi için pek çok alanda projeler hayata geçirmektedir. Meslek edindirme merkezlerinden, tarımsal kalkınma projelerine, hastane/okul inşasından, kadın girişimciliği desteklemeye kadar ihtiyaçlara göre şekillenen projelerle TİKA, Afrika’nın farkındalığını artırmayı ve kıta insanı ile doğrudan temas kurmayı amaçlamaktadır. Yine, bölgedeki ülkelerin hassasiyetlerini dikkate alarak, toplumun her kesimine fayda sağlayan, ülkelerin tarihi geçmişini ve kültürel özgünlüğünü destekleyen projeler hayata geçirmektedir.
Sonuç olarak, 20’inci yüzyılda ‘’Batı’’ bloğundaki zorlamalardan kaynaklı olarak, Türkiye’nin Afrika siyasetinde pasif kalmasından dolayı, kıtadaki ilişkilerde her alanda bir gelişme ve ilerleme gerçekleşememiştir. Geride bıraktığımız yüzyılın aksine, 21’inci yüzyılın ilk çeyreğinde fazlasıyla gelişen ve ilerleyen Türkiye–Afrika ilişkilerini görmekteyiz. Afrika’nın ve orada yaşayanların sömürgeci/emperyalist ülkelere/devletlere bakışları değişmedi, değişmeyecektir de. Emperyalist ve sömürgeci olmayan ‘Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Afrika kıtasının yaklaşık tüm ülkelerine/halklarına her konuda her alanda ve her anlamda yardımda bulunması önemlidir ve değerlidir. Özellikle son yıllarda TİKA’nın Afrika’nın tümüne sirayet eden ekonomik ve kalkınma odaklı insani yardımları ve işbirlikleri ‘Türkiye Cumhuriyeti’nin kıtadaki diplomatik ve stratejik misyonunu pekiştirmekte ve güçlendirmektedir.
Türkiye’nin Afrika siyasetinde güçlü bir ‘’ses’’ olmasından dolayı rahatsızlık duyan birçok uluslararası ve bölgesel aktörler olduğunu biliyoruz ve görebilmekteyiz. Özellikle Çin’in kendi projeleriyle Afrika’daki ülkeleri, hatta bazı liderleri ekonomik politikalarla kendine bağımlı hale getirdiğini ve kıtadaki sömürü düzeninde başta olduğunu vurgulamalıyız. Keza Afrika’da kan, gözyaşı ve sömürü denilince Fransa’nın hafızamızda yer almaması mümkün değildir, Fransa’nın kıtada var olan düzenini kaybetmemek adına örtülü operasyonlar dâhil her türlü kirli siyaset içerisinde olduğunu. Ve diğer ‘’Batı’’lı ülkeler/devletler buna dahil olmak üzere, son yıllarda Rusya’nın da Afrika’da bu rekabet içerisinde olduğunu da belirtmek lazım. Nihayetinde Afrika 2050 yılına kadar herkesin gözdesi olmaya yıldan yıla devam edecektir. Dünyada henüz ekilmemiş ve ekilebilir tarım arazilerinin yüzde 60’ının Afrika’da olması bile bu kıtanın önemini ortaya koymaktadır. Ve dünyamız artık bir gıda krizine ve sarmalına girmişken Afrika böylesine zengin bir kıtadır.
‘Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Afrika’daki etkinliğini artırması ve kıtadaki ülkelerle siyasi, iktisadi, ticari, askeri ve kültürel alanda ilişkilerini geliştirme yönünde yaptığı girişimler oldukça önemlidir, diplomatik ve stratejik açıdan da Türkiye’nin uluslararası aktör olmasında belirleyici olacaktır bu siyaseti. Özellikle Sahra çölünün güneyinde yer alan ve dünyanın en fakir ülkeleri olarak bilinen ülkeler; sürekli olarak ardı arkası kesilmeyen iç savaşlar, etnik çatışmalar, askeri darbeler, yoksulluk ve kötü yönetim gibi pek çok sorunla karşı karşıya bulunmaktadır. Yapılacak en ufak bir yardımın bile onlar için elzem olduğu bu dönem, Türkiye için tarihi bir önem taşımaktadır. Türkiye, kıtadaki ülkelerle ilişkilerini geliştirme yolunda tutarlı politikalar izlemesi durumunda, bu ülkelerle sömürgeciliğe dayanan olumsuz bir geçmişi olmaması avantajını kendi lehine çevirecektir.